GEZİ'DEN ÇIKAN DEMOKRASİ DERSLERİ

MUHALİFLERİN BASTIRILMASI DEMOKRASİ İLE BAĞDAŞMAZ
Dünyanın saygın ekonomistleri arasında yer alan Daron Acemoğlu yeni kitabı “Uluslar Neden Başarısız Olur?” ile yine gündemde. Siyaset bilimci James A. Robinson ile birlikte kaleme aldıkları kitap, ekonomik başarı için politik ve ekonomik kurumların kapsayıcılığına dikkat çekiyor. Acemoğlu, bu kurumların gelişmesi noktasında Türkiye’nin henüz yolun ortasında olduğunu belirtiyor.
“Büyüleyici bir kitap”, “Akademik olarak zengin içeriğe sahip... Geniş kapsamlı bir şekilde okunmalı” Bu sözler dünyanın saygın ekonomistlerinden Daron Acemoğlu’nun James. A. Robinson ile birlikte kaleme aldığı “Uluslar Neden Başarısız Olur?” (“Why Nations Fail? The Origins of Power, Prosperity and Poverty”, Crown Publishing Group) isimli kitaba yönelik. Thomas Friedman, Martin Wolf gibi dünyaca ünlü iktisatçılar Daron Acemoğlu’nun yeni kitabıyla iktisat literatürüne önemli bir katkı sunduğu görüşündeler. Bu övgüleri alan kitabında Acemoğlu, ulusların ekonomik başarısının kökenlerini inceliyor. Bu incelemenin temelinde politika yer alıyor. Acemoğlu, kapsayıcı çoğulcu politik kurumların başarılı ekonomik kurumlar yarattığını belirtiyor. Böylelikle ekonomik başarı da söz konusu oluyor. Daron Acemoğlu dünya ve Türkiye ekonomisini yeni kitabının tezleri ışığında Turkishtime’a verdiği bu özel röportajda analiz etti.
“Uluslar neden başarısız olur?” isimli yeni kitabınızda toplumsal refahın, gücün ve yoksulluğun toplumsal kökenlerini araştırıyorsunuz. Bu perspektiften ABD, Avrupa gibi gelişmiş merkezlerle Türkiye, Endonezya ve Hindistan gibi gelişmekte olan ülkeler arasında ne tür farklılıklar var?
Bu iki grup arasındaki ana fark kurumlardadır. ABD, İngiltere, Fransa, Almanya ve Kanada gibi ülkeler, daha kapsayıcı politik kurumlar tarafından desteklenen daha kapsayıcı ekonomik kurumlara sahipler ve bu yüzden daha zenginler.
Kapsayıcı ekonomik kurumlarla neyi kast ediyorsunuz?
Kapsayıcı ekonomik kurumlar inovasyon, yatırım ve vatandaşların kendi yeteneklerini ortaya koyabilecekleri oyun sahaları için geniş inisiyatif kullanırlar. Kapsayıcı politik kurumlar ise politik gücü toplumun geneline eşit bir şekilde dağıtan kurumlardır. Böylelikle politika bir kişi ya da dar bir grup tarafından alıkonmaz. Hindistan ve Endonezya tipik olarak inovasyonu, yatırımı ya da yukarıda bahsettiğimiz oyun sahasını teşvik etmez. Onların sahip olduğu ekonomik ve politik kurumlar dışlayıcı olageldiler. Yani mülkiyet hakları güvende değil, inovasyon teşvik edilmiyor, yatırım başlangıçta çıkarılan engeller dolayısıyla bloke edilmiş ve en önemlisi eğitim sistemi çok zayıf. Bu yüzden birçok vatandaş kendi yeteneklerini nasıl kullanacağını öğrenemiyor. Buna rağmen bu iki ülke de yaklaşık 20 yıldır kapsayıcı kurumlar yaratma konusunda adımlar atıyorlar.
Kurumlar üzerine yaptığınız bu değerlendirme kapsamında Türkiye nerede yer alıyor?
Bu kapsamda Türkiye ortada bir yerde bulunuyor. Türkiye, kesinlikle küçük bir elitin her şeyi yönettiği bir Afrika ülkesi ve hatta bir Hindistan ya da Endonezya değil. Ancak biz, nüfusun çoğunluğunun yeteneklerini inovasyon ve yatırıma olanak sağlayan bir çevre yaratma doğrultusunda kullandığı bir atmosferden halen uzağız.
Yeni kitabınızdaki tezinizi kurumların bu nitelikleri üzerine temellendiriyorsunuz. Bu kriter görece bir kriter değil mi?
Politik kurumların kapsayıcı olup olmadıklarını ölçmek iddialı olabilir. Çünkü şeytan ayrıntılarda gizlidir. Demokrasi gerçekten de politik gücün eşit olarak dağıtılmasını garanti ediyor mu? Bir başkan ya da başbakanın seçilmiş olması onun keyfi davranmayacağı, muhalefeti baskı altına almayacağı ya da kendini ve yandaşlarını ihya etmeyeceği anlamına mı geliyor? Ancak konsept görecelidir. Bence, politik iktidarın küçük bir grupta, bu ekonomik, politik ya da askeri bir elit olabilir, tekelleştiği toplumlarla iktidarın eşit olarak dağıldığı toplumlar arasında büyük farklar bulunuyor. Bu fark kitabın konusunu oluşturuyor.
Başarılı politik ve ekonomik kurumlara sahip olan ülkelerin başarılı olduğunu ifade ediyorsunuz. Türkiye’de farklı sektörleri düzenleyen birçok kurum bulunuyor.
Kimi düzenlemeler pazar ekonomisinin bir parçası. Ancak birçok ülkede regülasyonların gelişmesi engelleniyor. Bu engeller, rekabet eden girişimcilerin karşısına maliyet bariyerleri koyulması suretiyle ne diğer iş alanlarının muhafaza edilmesi ne de bürokrasinin çıkarlarına hizmet etmek için kullanılıyor. Türkiye’de uygulanan birçok regülasyon ekonomik yaratıcılığın cesaretini kırıyor.
OTORİTER KURUMLAR POLİTİK LİDERLER İÇİN ÇEKİCİDİR
Kitabınızda Çin’in gücü tekelleştirmek için kurumları kullandığını ve bu kurumlara dayanan ekonomik büyümenin sürdürülebilir olmadığını ifade ediyorsunuz. Ancak gelişmekte olan ekonomilerin neredeyse tamamında güçlü ve otoriter eğilimli iktidarlar gözüküyor. Acaba güçlü iktidar gelecekte büyüyen bir ekonomi yaratmanın yeni kuralı mı olacak?
Elbette otoriter kurumlar politik liderler için çekicidir. Çünkü bu kurumlar otokratlara büyük iktidar sağlar. Kitapta, kapıp kaçmaya ve teknoloji transferine odaklanmış bu tip otoriter yükselişin neden inovasyon ve sürdürülebilir gelişme yaratamayacağını açıklıyoruz. Afrika’daki birçok ülkenin bu yolu takip edeceği doğru. Çünkü bu ülkelerde hali hazırda güçlü elitler iktidarda ve onlar yıkıcı iç savaşların ve istikrarsızlığın yaralarını sarıyorlar. Fakat bütün ülkelerde Çin’de bile böyle bir büyüme sınırlı kalacak ve çok eşitsiz bir yapı ortaya çıkaracaktır. Bu eşitsiz yapı içerisinde sivil ve politik hakların şiddetle bastırılması söz konusu olacak.
KAPSAYICI POLİTİK KURUMLAR DEMOKRATİK SEÇİMLERDEN FAZLASINI GEREKTİRİR
Bu eğilim içerisinde Türkiye’deki politik kurumların durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye son 10 yıl içerisinde demokrasi adına büyük adımlar attı. Siz, ordunun gölgesi altında sivil ve politik haklara saygı duyulan kapsayıcı bir topluma sahip olamazsınız. Türkiye, orduyu sivil kontrol altına alarak doğru bir yönde ilerliyor. Bunların hepsi çok iyi. Ancak bunun yanında endişe veren sinyaller de söz konusu. Bir demokrasi, hukukun üstünlüğüne saygı duyduğu ölçüde iyidir. Muhaliflerin ve gazetecilerin keyfi şekilde tutuklanması iyi bir demokrasi ile bağdaşmaz. Kapsayıcı politik kurumlar demokratik seçimlerden daha fazlasını gerektirir. Bu kurumlar ayrıca sonrasında tek parti iktidarı oluşsa bile politik iktidarın eşit olarak dağıtılmasını gerektirirler. Türkiye’nin halen bu gerçeği öğrenmesi gerekiyor. Umarım bu ders, bir başka baskıcı otoriter politik döngü yaşandıktan sonra alınmaz.
İnovasyonun sürdürülebilir bir ekonomi yaratmak için en güçlü gereklilik olduğunu ifade ediyorsunuz. Verimli bir inovasyon ortamı için hangi politikalar uygulanmalı?
Yeni fikirlere, yeni insanlara ve yeni teknolojilere açıklık. Bir oyun alanı düzeyi. İyi eğitim kurumları. Mülkiyet haklarının güvence altına alınması.
Çin’den gelen son haberler Çin’de inovasyon ortamının geliştiğini gösteriyor. Çin’in ucuz ve taklitçi teknolojiden verimli bir inovasyon ortamına geçtiğini söyleyebilir miyiz?
Yapmaya çalıştıkları şey tam da bu. Ancak Komünist Parti’nin demir yönetimi altında inovasyona sahip olamazsınız. Sovyetler Birliği deneyiminden çıkan dersler bugünkü Çin için de geçerlidir.
TÜRKİYE İŞ ORTAMI HALEN KÖTÜ DURUMDA
Türkiye makro ekonomik verilerde başarılı bir performans izlemesine rağmen rekabet liginde iyi bir konumda değil. Bunun nedenleri nelerdir?
Türkiye büyüme gösteriyor ve halen orta gelirli bir ülke konumunda. Türkiye iş ortamı diğer uluslara kıyasla halen kötü durumda. Uluslararası kurumların değerlendirmelerine bakıldığında Türkiye’nin yolun ortasında olduğu görülüyor. Bence bu, arzu edilen bir durum olmamalı.
Wall Street Journal’da çıkan eleştiri yazısında Dalibor Rohac, kitabınızın eksik bir parçası olduğunu söylüyor. Rohac’a göre kültürlere, inançların temeline inmek gerekiyor. Bu değerlendirmeyi nasıl yorumluyorsunuz?
Evet kesinlikle. Normlar ve beklentiler önemlidir. Bunlar, kurumların resmi olmayan çalışmalarının bir parçasıdırlar. Eninde sonunda bu unsurlar bir toplumda politikanın işleyiş biçimine göre oluşurlar. Bu yüzden politik faktörler üzerine daha çok odaklandık. Fakat biri çıkıp da bizim bu teorimizle, sosyal normları evrimi ve işleyişi üzerine oluşturduğu detaylı teorisini birleştirerek daha bütün bir tablo ortaya koyabilir.
“TÜRKİYE SİNGAPUR MODELİNİ AŞMALI”
Türk hükümeti coğrafi ve kültürel unsurları kullanarak Orta Doğu sermayesini Türkiye’ye çekmeye çalışıyor ve aynı zamanda bölgesinde bir merkez olmayı planlıyor. Sizce Türkiye kendi bölgesinin Singapur’u olabilir mi?
Bence Türkiye bölgenin Singapur’u olmaktan daha fazlasını arzu etmeli. Singapur çok istisnai bir örnek. Singapur, politik iktidarın Lee Kwan Yew, ailesi ve yandaşları tarafından tutulmasına olanak sağlayan anti-demokratik kurumlara rağmen ekonomik büyümeyi sağladı. Ülke yine de gelişme gösterdi çünkü benzersiz bir konumu bulunuyor. Bunun yanında ülke elitleri, ülkenin gelirinin ticaretle yaratılacağını ve ülke kaynaklarından iş insanlarını mahrum bırakmanın kendilerini engelleyen bir unsur olduğunu fark ettiler. Bu model genel olarak yinelenebilir bir model değil. Politikanın eşitsiz olduğu ortamda ekonomi de eşitsiz bir yapıya meyleder. Türkiye ekonomik bir güç olmaya gayret göstermeli ancak aynı zamanda vatandaşlarına karşı saygılı ve demokratik olmalı.
“TÜRKİYE’NİN YÜKSEK DOĞURGANLIĞA İHTİYACI YOK
Türkiye’de 2023 için en büyük ilk 10 ekonomi arasına girme hedefi var. Bugünkü politikalarla bu hedefin gerçekçi olduğu söylenebilir mi? Bu hedefe ulaşmak için fundamental olarak ne gibi hamleler yapmak gerekiyor?
Neden tümüyle milli gelirle ilgili hedefler koymalıyız ki? Bence bu söz konusu meselelere ilişkin kötü bir düşünme biçimi. Bu Soğuk Savaş dönemine ait bir düşünce biçimi. Biz, kişi başına düşen gelirin ve Türk insanlarının yaşam standartlarının yükselmesini arzu etmeliyiz. Yüksek milli gelirle övünmek yüksek doğum oranıyla övünmek gibidir. Türkiye’nin yüksek doğum oranına ihtiyacı yok. Türkiye’nin hızlı ve sürdürülebilir ekonomik büyümeye ihtiyacı var.