COVID-19 Ar-Ge Stratejileri Online Ortak Akıl Toplantısı
SANKO Üniversitesi ve Turkishtime’ın iş birliği ile düzenlenen “COVID-19 Ar-Ge Stratejileri” Online Ortak Akıl Toplantısı, sağlık sektörünün temsilcilerini buluşturdu. Online Ortak Akıl Toplantısı’nda; Ar-Ge faaliyetlerine, her zamankinden daha fazla ihtiyacımızın olduğu şu dönemde, özellikle sağlık sektöründe yürütülecek yenilikçi yaklaşımlara, eskisinden daha fazla ihtiyaç duyulduğuna dikkat çekildi.
SANKO Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekan Yardımcısı / Lisansüstü Eğitim Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Ayşen Bayram’ın moderatörlüğünü üstlendiği toplantıda; aşı, tanı ve teşhis gibi alanlarda yapılacak çalışmalara en derinden gereksinim duyulan pandemi sürecinde, sağlık sektöründeki tüm paydaşların bir araya gelerek, bitmeyen felaket olarak yorumlanan COVID-19’a karşı birlikte mücadele etmesi gerektiğine dikkat çekildi. Tıpta araştırmaların desteklenmesi için başta hayvan deneyleri olmak üzere altyapıları destekleyici girişimlerin yapılması gerektiği vurgulanırken sağlık sektörünü çevreleyen ekosistemin etkin ve inovasyona elverişli hale getirilmesi için hedeflenen ürün ve hizmetlerde disiplinlerarası çalışılması gerektiği üzerinde duruldu.
Toplantının sonuç raporunu ve "Sağlık Sektörünü Geleceğe Taşıyacak 10 Parametre"yi sayfa sonunda bulabilirsiniz.
Toplantıda konuşulanların tam metnini aşağıda sizlerle paylaşıyoruz.
PROF. DR. GÜNER DAĞLI: Ortak akıl toplantımızın ikinci bölümüne ayırdığınız için hepinize teşekkür ediyoruz. Bu vesileyle toplantının düzenlenmesinde bizi destekleyen Turkishtime ekibine de ayrıca teşekkür etmek isterim.
SANKO Üniversitesi olarak değişen şartlara uyum sağlamak adına gerek eğitim anlamında gerekse de hastanemizdeki saha çalışmaları anlamında hakikaten yoğun bir tempoda çalışıyoruz. Sizlerin de ne kadar yoğun çalıştığınızı yakından biliyorum. Bu nedenle katılım sağlayarak değerli vaktinizi bize ayırdığınız için hepinize saygılarımı sunuyorum. Sabah oturumumuzda çok değerli katılımcılarla “Sağlık sektörünü geleceğe taşıyacak Ar-Ge stratejileri”ni konuştuk.
Öğleden sonraki toplantımızda da tüm dünyayı etkisine alan COVID-19’a karşı Ar-Ge stratejilerinin neler olması gerektiğini masaya yatıracağız.
Oturum Başkanlığımızı Prof. Dr. Sayın Ayşen Bayram Hocamız yapacak. Bu toplantı vesilesiyle insanlık ve hastalarının sağlığı için hayatını kaybeden, hastalanan, evinden uzak kalan tüm sağlık çalışanlarını minnet ve saygıyla anıyorum. Halen çalışmakta olan tüm ekip arkadaşlarıma, tüm sağlık çalışanlarına da kolaylıklar ve başarılar diliyorum.
PROF. DR. AYŞEN BAYRAM: Sayın katılımcılar, SANKO Üniversitesi’nin ev sahipliğinde, Turkishtime’ın iş birliği ile düzenlenmekte olan “COVID-19 Ar-Ge Stratejileri” konulu Online Ortak Akıl Toplantımıza hoş geldiniz. Öncelikle hepinize yoğun iş temponuz arasında vakit ayırdığınız için teşekkür ediyoruz.
Bu toplantıya; ülkemizin çok değerli insanları, sağlık sektörünün önde gelen temsilcileri ve sivil toplum kuruluşlarının temsilcilerinin katılımından dolayı büyük memnuniyet duyuyoruz.
Rektörümüzün de ifade ettiği gibi birinci oturumda genel olarak sağlık sektörünü geleceğe taşıyacak Ar-Ge stratejileri konuşuldu ve son derece verimli bir toplantıydı. Öğleden sonraki bu oturumumuzda ise sağlık sektörünün şu anda gündeminde olan konusu COVID-19’u konuşacağız. Buna yönelik olarak Ar-Ge stratejilerini masaya yatırıp tartışmak için buradayız. Bu anlamda; “COVID-19 Ar-Ge faaliyetlerinin devlet organları tarafından desteklenmesinde araştırmacılar ve bürokratik yapı açısından ortaya çıkan yeni gereklilikler neler? Dünyada ve ülkemizde ani ihtiyaç duyulan Ar-Ge desteklerinin yeni ihtiyaçlar çerçevesinde değerlendirilmesi ve çözüm önerileri neler olmalı? SARS CoV-2 virüsüne karşı aşı geliştirme çalışmaları için ülke bazında ortak bir çalışma grubu ve merkezi oluşturulması hakkındaki düşünceleriniz neler?. Ülkemizde çok merkezli bir takım alanlarda aşı çalışmaları olduğunu duyuyoruz.
Ülke bazında ortak bir çalışma grubu ya da araştırma merkezi oluşturulması hakkındaki düşünceleriniz neler? Bundan sonra ortaya çıkabilecek global akut sağlık sorunları için ülkemizde nasıl bir Ar-Ge stratejisine ve planlamaya ihtiyaç var? Pandemide küresel iş birliği açısından ne gibi ortak çözümler üretilebilir? Pandemi sonrası ortaya çıkabilecek sorunlar ve çözümleri için Ar-Ge çalışmalarında hangi alanların ön plana çıkabileceğini düşünüyorsunuz? (COVID-19’un hastaneye gitmeyi gerektirmeyecek şekilde ve hızlı tanıya yönelik olarak duyarlılığı ve güvenilirliği yüksek test kitlerinin geliştirilmesi, temaslı kişilerin karantina sürecinde evden çıkmadan izlenmelerini sağlamak, tanı almış ve evde tedavi alan hastaların tıbbi takibinin evden çıkmadan yapılabilmesi, bağışıklık durumlarının takibi nasıl yapılabileceği?)” konularında toplu olarak görüşlerinizi rica edeceğiz. İlk konuşmacı olarak sözü TÜBİTAK Başkanı Prof. Dr. Sayın Hasan Mandal’a vererek oturumumuzu başlatıyoruz.
PROF. DR. HASAN MANDAL: Kıymetli Rektörüm ve kıymetli hocalarım, ben de ortak akıl toplantısına davet edilmiş olmamdan dolayı memnuniyetimi ifade etmek isterim.
COVID-19 ile birlikte sağlık çalışanlarımız
zorlu bir süreçten geçerken bilim insanlarımız da ilaç, aşı ve tanı sistemleri geliştirmek üzere hummalı bir şekilde çalışmalarını sürdürüyor. Bu anlamda herkese teşekkürlerimizi sunuyoruz. Bu dönemi aslında sağlık alanındaki Ar-
Ge stratejilerimizin eyleme dönüşmesi açısından önemli bir dönem olarak görüyoruz. Türkiye’nin, özellikle savunma sanayinde elde etmiş olduğu büyük bir başarı var. Kendi öz yeterliliğini oluşturmuş, oluşturmanın da ötesinde bunu kanıtlamış bir ülke. Bu başarının diğer sektörlere yayılımı noktasında her zaman bir tartışma söz konusu oldu. COVID-19 bu dönemde söz konusu önceliği kendi kendine oluşturdu. İçinde bulunduğumuz dönem bize; ülkemizdeki savunma sanayinde elde edilen öz yeterlilik başarısının çarpan etkisinin artabileceği alanın sağlık sektörünün-özellikle aşı, ilaç ve tanı sistemleri odaklı- olduğunu gösterdi.
Esasında bizim ortaya koymaya çalıştığımız ve herkesin de konuştuğu bu işin “seferberlik” boyutu var. Seferberlik boyutunun çözüm noktası ise -işte bugün ortak akıl toplantısı diyoruz- esasında hep birlikte geliştirme yaklaşımına bağlı. Bizim bu dönemde ekosisteme en çok katmak istediğimiz ve kendimizi ülke olarak en çok başarılı bulduğumuz yönün iş birliğinden ziyade “birlikte geliştirme yaklaşımı” olduğunu söyleyebiliriz. Dünya bu dönemde öğrenme süreci içerisinde. Özellikle Avrupa Komisyonu olarak bakıldığında şu anda Ufuk 2020’den Ufuk Avrupa’ya 2021 yılında başlayacak olan programın genel çerçevesi; “artık iş birliği yetmiyor, birlikte geliştirmeye ihtiyaç var” üzerine kurulu. İkisinin arasındaki temel farklılık şu şekilde; iş birliğinde her paydaşın kendi görevi var, o paydaş kendi görevini başarı ile yaptığı sürece kendini başarılı kılıyor. Ama birlikte geliştirme yaklaşımında; paydaşların tümü gereğini yapmadığı sürece, bir diğer ifadeyle sonuca ulaşılmadığı sürece esasında bir başarı yoktur. O yüzden iş birliği sürecinin daha fazla birlikte geliştirme sürecine doğru dönüştüğü bir ortamdayız. Zamanı kısaltabilmenin en önemli yöntemlerinden bir tanesi de birlikte geliştirme yaklaşımıdır.
Bu çerçevede bakıldığı zaman sağlık alanıyla da sınırlı olmamak üzere tüm Ar-Ge ve yenilik süreçleri için geçerli olacak şekilde üç ana dönüşüm başlığı söylenebilir. Biri; doğrusal yenilikten geri beslemeli yeniliğe doğru dönüşüm.
Burada söz konusu süreçteki rollerden birinin başlayıp, diğerinin bitmediği, mutlaka karşılıklı tersine etkileşimin olduğu bir süreçten söz ediyoruz. Bir diğeri; sistemik güçlük içeren bir yeniliğe doğru dönüşüm. Yaşadığımız COVID-19 süreciyle bugün gündemimizde olan konular aşı, ilaç ve tanı sistemleri. Bunların birçoğu teknoloji tabanlı ama aynı zamanda özellikle hekimlerimizin değişik açıdan sürecin içerisinde karşılaştıkları, konunun sosyal, beşeri tarafı, diğer yandan da ülkeler açısından ekonomik boyuttaki yaptırımları da söz konusu. Dolayısıyla sadece teknoloji odaklı bir güçlük ve yenilik değil aynı zamanda sistemik güçlük içeren bir yeniliğe doğru dönüşüm de söz konusu. COVID-19 da bunun en güzel örneği oldu. Bir diğeri de az önce ifade ettiğim gibi birlikte geliştirme. İş birliği odaklı yenilikten birlikte geliştirme odaklı yeniliğe doğru dönüşüm ve bunların bir kültüre dönüşümü gerçekleştiriliyor.
TÜBİTAK olarak COVID-19 sürecinde kendimizi sorumlu kurumlardan biri olarak görürken bu dönemi bir fırsat olarak da değerlendiriyoruz. 2018 yılından bu yana yapmaya çalıştığımız; Ar-Ge temelli desteklerimizi daha fazla etkin hale dönüştürme yaklaşımıydı. Ekonomik, toplumsal ve sosyal güvenlik anlamında yapılan Ar-Ge çalışmalarının geri dönüşümü üzerine kurulu, etki odaklı bir yaklaşımı benimsedik.
Ar-Ge’nin daha fazla girdi odaklı potansiyel oluşturma çabaları vardı. Küresel salgın ile başlayan bu dönüşüm sürecinde, bunu uygulayabilmemizin mümkün olabileceği bir ortam oluştu. Bu etkiyi oluşturabilmek için olmazsa olmaz iki boyut ise; bilgi ve insan kaynağı. Nitelikli insan kaynağı ve yeni bilgi üretimine dayalı birlikte geliştirme yöntemleri, bizim yeni stratejik yaklaşımımızı tanımlar niteliktedir.
TÜBİTAK olarak özellikle son beş yıl içerisinde yapmış olduğumuz desteklere bakıldığında; 3 bin civarında projeyi sağlık alanında desteklediğimiz görülüyor. Bunun içerisinde 755 tanesi aşı ve ilaç odaklıyken 516 tanesi de tanı kitleri dahil tıbbi cihaz odaklı projelerden oluştu. Bugünkü sabit rakamlarla bu projelere toplamda 2,7 milyar TL’lik bir kaynak ayırdığımızı görüyoruz. Bugün için Türkiye’de aşı ve ilaç veya tanı sistemleri ile ilgili bir çıktıya doğru ilerlemek istiyorsak, COVID-19 dönemindeki destekler değil, özellikle son beş yıllık sürece bakıldığında 2,7 milyar TL’lik yapılmış olan potansiyeli artık etkiye dönüştürerek kanıtlamamız gerekiyor. Şimdi bunu yapmanın tam zamanı. Bunun en iyi örneklerinden bir tanesi; geliştirilen yoğun bakım solunum cihazlarıdır. Bu normalde TÜBİTAK desteği ile başlangıç firmasına verilen, sınırlı bir bütçe ile geliştirilmiş bir üniteydi. Bunun seri üretimi daha önce gerçekleşmemiş ve Türkiye bu konuda ithal eden ülke durumundaydı. Bu noktada “birlikte geliştirme yaklaşımı neyi tetikledi?” sorusunun da yanıtını alıyoruz. Çünkü sınırların kapandığı, zamanın en önemli parametre olduğu ve insan hayatının gündemde olduğu bir dönemde, kendi öz yeterliliğiniz önemli. Bu doğrultuda Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın koordinasyonluğunda; Baykar, Arçelik, Aselsan ve bunun geliştiricisi olan Biosys bir araya gelerek, birlikte geliştirme yaklaşımıyla 5 bin tane yoğun bakım solunum cihazını sadece kendi ülkemiz için değil, ihtiyaç noktasında olan diğer coğrafyalar için de bir üretim gerçekleştirdi. Şu anda ise bu sayı ikiye katlanarak 10 bini geçti. Bu, “birlikte geliştirme” yaklaşımının nasıl çalıştığına dair güzel bir örnek oldu.
COVID-19 Türkiye Platformu, Mart ayında oluştu. Bu platformda şu anda aşı ve ilaç çalışmaları kapsamında 18 tane proje gerçekleştirilirken bunlardan 8’i bağışıklık kazanılmasına yönelik aşı geliştirme ve 10’u tedavi odaklı ilaç geliştirme projeleridir. Platformda, 49 tane farklı kurumla bir araya gelindi. Bir araya gelirken ortak satın alma süreci, ortak tedarik süreci, ortak deney hayvanı kullanma süreci, ortak alt yapıları kullanma gibi süreçler de gerçekleştirildi. Bu yaklaşım öncesinde alt yapılarımız var ama dağınık bir şekilde, belirli alanlarda yetkinliklerimiz var ama dağınık bir şekildeydi. Küresel salgın ile beraber ortaya çıkan seferberlik dönemi, bu alt yapı ve insan kaynaklarımızın çarpan etki parametresini artırabilecek bir ortam oluşturdu. Platformda yapılan aşı projelerinden ikisi hayvan deneylerini tamamladı. Biz, burada artık üretimi konuşuyoruz. Tasarım ve geliştirmenin ötesinde bu sürecin üretim noktasındayız. Üç aşı adayı da şu anda hayvan deneylerinde devam ediyor.
Türkiye bu süreçte ilk yerli ve milli ilaç sentezini gerçekleştirdi. Bugüne kadar genelde sınırlı birkaç ilacın dışında etken madde ithal edip, satacak bir forma dönüştüren bir ülke iken şimdi sıfırdan ham maddelerden başlayıp, sentez aşamalarını gerçekleştirip, kendi etken maddesini üretebilen bir ülke haline geldi. COVID-19 dönemi olmasaydı biz muhtemelen sentez ilacımızı da gerçekleştiremeyebilirdik. Eğer doğru yönetilirse, seferberlik dönemleri bu tür adımlar için bir fırsata dönüşebiliyor. Kısacası “birlikte geliştirme” yöntemiyle aşıda faz çalışmalarına gelindi. Tedavi amaçlı kullanılan iki ilaçtan bir tanesinin ruhsatı alınarak, sentez halde etken maddesini bu ülkede üretebilir hale geldik.
Toplamda 436 araştırmacımız bu platformun içinde gece gündüz canla başla çalışıyor. COVID-19, iki hafta gibi kısa bir sürede nasıl proje üretebileceğimizi, ne kadar hızlı değerlendirme yapabileceğimizi, değerlendirme yapıp iki hafta da sözleşme imzalayabileceğimizi bize gösterdi. Aslında bahsi geçen tüm projeler altı ila dokuz aylık zaman dilimlerinde ortaya çıkabilecek projeler.
Zincir olarak bakıldığında; tüm disiplinlerin içinde olduğu (temel bilimler, mühendislik, sağlık, sosyal ve beşeri bilimler), insan kaynağı boyutu ile öğrencilerden profesörlere kadar bir kesimin içinde bulunduğu, üniversitenin, sanayinin, girişimcinin ve kamunun içinde olduğu bir süreçten bahsediyoruz. Bizim “birlikte geliştirme” yaklaşımından aktarmaya çalıştığımız budur. Biraz önce bahsettiğim 49 tane kuruluşun, 32 tanesi üniversite, sekizi özel sektör, dokuzu da kamu Ar-Ge birimi olmak üzere tüm kesimlerden paydaşların bir araya geldiği bir yapı söz konusudur. Sürecin yönetimi bütünleşik bir boyut gerektiriyor. Biz bu platformu sürdürülebilir bir hale getirmek istiyoruz. COVID-19 Türkiye Platformu, bu sürecin önemli bir çıktısı oldu. Aşı çalışmalarına nasıl geçeceğimiz ile ilgili belirsizlikler vardı ve bu platformla söz konusu belirsizlikler giderildi. Çok hızlı bir şekilde etkileşimler gerçekleşti ve şu an artık daha ileri düzeyde hareket ediyoruz. Örneğin, “klinik aşamaya nasıl geçilecek?, özellikle COVID-19 döneminde uygulanacak bir takım istisnalar neler olacak?” gibi sorulara yanıt oluşturuluyor. Çünkü COVID-19 dönemine dair hızlı yol alabilmek için bütün dünya bunu gerçekleştiriyor. En az beş yılda yapılan aşı çalışmalarının bir yıl gibi kısa bir sürede gerçekleşmesi gerekiyor. Buna ilişkin bir çalışma yayınlandı ve Sağlık Bakanlığı’na ayrıca teşekkür ediyoruz. Biraz önce bahsettiğimiz birlikte çalışma yaklaşımıyla beraber nelerin yapılabileceğini görüyoruz.
Açılan hızlı çağrılar arasında yer alan KOBİ'lere yönelik "COVID-19 ile Mücadele Çağrısı" kapsamında 35 ürün odaklı proje destekleniyor. Eylül ayı itibari ile sonuçlarını da vermeye başladı. Bunlardan 3-4 tanesinde de çok kıymetli sonuçlar oluşmaya başladı. Özellikle tanı ve teşhis sistemleri üzerinde yenilikçi bir sistem oluşturdu. Son aşamalarında olan sistem, evinizde uygulanabilecek bir uygulama oldu. Bu dünyada yenilikçi olabilecek bir teknolojidir. TÜBİTAK tarafından desteklenen bir diğer araştırma projesinde geliştirilen bir diğer teknoloji ise virüsün ağırlığından yola çıkarak, havadaki virüsü dahi ölçebilme potansiyeline sahip, oldukça yeni ve PCR yöntemine alternatif bir teknolojiyle geliştirilen yeni bir tanı sistemi oldu.
Bizim bu süreçte öğrendiğimiz en önemli hususlardan biri de geliştirmenin yanında bunu toplumla buluşturma noktasının ve bu konudaki iletişim platformlarının çok iyi yönetilmesi gerektiği oldu. COVID-19 Türkiye Platformunun koordinasyonunda toplam 170 bin izleyici tarafından canlı olarak izlenen 2 sanal konferans düzenledik. Sanal konferans sırasında da genç insan kaynaklarımızdan yoğun talepler aldık ve bu doğrultuda bu döneme özel oluşturulmuş insan kaynağı geliştirme programımız bulunuyor. Küresel salgın dönemleri geleceğe de yatırım yapılması anlamına geliyor ve kendi dinamiğinde süreç oluşturulması sağlandı. Bu amaçla Stajyer Araştırmacı Burs Programı” (STAR) programını bu dönemde başlattık. Sadece aşının çalışıldığı laboratuvar ortamında değil, küresel salgın döneminin zorunlu kıldığı evden çalışma döneminde de özellikle ilaç geliştirme odaklı, yapay zeka teknolojileri de kullanılarak ilaç geliştirme çalışmaları da dahil olmak üzere 300 genç insan kaynağımız bu sürece dahil olmuş oldu.
"COVID-19 ve Toplum: Salgının Sosyal, Beşeri ve Ekonomik Etkileri, Sorunlar ve Çözümler" çağrımızda da 102 proje destekliyor, ayrıca girişimcilik alanında da küresel salgına yönelik 30 iş fikrinin desteklenmesini sağlıyoruz. Bu sürecin bir başka sonucu olarak Avrupa ve dünyaya yayılan bir boyutumuz da söz konusu. Ufuk 2020 “Toplum ile Toplum için Bilim” çağrısı altında COVID-19 odaklı bir konsorsiyumun, bilim odaklı nasıl bir çözüm üreteceğine ilişkin koordinatörlüğünü Türkiye’de üniversitemiz gerçekleştiriyor. Sürecin ulusal boyutunun yanında uluslararası boyuta taşıma noktasında Türkiye’de geliştirilen birlikte geliştirme modeli olan COVID-19 Türkiye Platformu yaklaşımı, şu an en azından 4’lü ülke (Türkiye, Malezya, Endonezya ve Pakistan) düzeyine taşındı. Kuala Lumpur Zirvesi Mükemmeliyet Merkezi çalışmalarına katkı sağladı. Bu sürecin bundan sonraki aşamalarında, birlikte çalışma yaklaşımı için de bir talep söz konusu. Bu dönem bu ülkelerle ilişkilerimizin geliştirilmesi için de bir fırsata yol açtı.
COVID-19’a karşı toplumu güçlendiren bilimsel ve teknolojik çözümler ve küresel salgının gelecekte gündeme getireceği yeni alanlara bakıldığında bilgi yönetimi, tespit ve sınırlama, tıbbi cihazlar ve siber güvenlik konularında bir takım yeni teknolojilerin ön plana çıktığını görüyoruz. Yapay zeka odaklı süreçler de dahildir. Küresel salgın bazı öncelikleri de artırdı. Bilim, Teknoloji ve Yenilik Politikaları Kurulu olarak Sayın Cumhurbaşkanımızın Nisan ayında gerçekleştirdiği toplantıda vurgulanan gıda arzı güvenliği, biyogüvenlik ve siber güvenlik alanları da öncelikli alanlar arasında güçlendirildi. Geçmişte var olan öncelikli konularımızdan biri olan ilaç, aşı ve tıbbi cihazlarda da çalışmalar yoğunlaştırıldı.
İlaç, aşı, tanı ve teşhis sistemlerinde elde edeceğimiz başarı, birlikte geliştirmeye dayalı birlikte iş yapma yöntemiyle gerçekleşecek. COVID-19 Türkiye Platformu bunun için güzel bir başlangıç oldu. TÜBİTAK’ın bunu diğer sektörler boyutunda da gerçekleştirme çabaları var. Birlikte geliştirmeye dayalı işbirliği ortak geleceğimiz için kilit öneme sahip diyerek tekrar teşekkür ediyorum.
PROF. DR. ÖNDER ERGÖNÜL: Değerli TÜBİTAK Başkanım, sayın rektörüm ve sevgili çalışma arkadaşlarımız, hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Sayın TÜBİTAK Başkanının açmış olduğu yoldan ilerlemek kolay olacak. Pandemi 21. yüzyılın en büyük felaketlerinden biri oldu ama bize bilimsel yönden yaratacağı fırsatlar açısından da son derece önemli. Bu çerçevede yeni kurulan Koç Üniversitesi Enfeksiyon Hastalıkları Araştırma Merkezi adına konuşmuş olacağım. Merkez olarak; tedavi, infeksiyon kontrolü, tanı olanakları çerçevesinde çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Bazı küresel sorunlar söz konusu, tedavi, tanı ve enfeksiyon kontrolü alanlarında sorunlar var.
1.Tanıda kullanmakta olduğumuz PCR testleri yüzde 60 oranında duyarlı. Hasta olan bir kişiyi yüzde 60 ya da en fazla yüzde 70 ihtimalle saptayabiliyoruz. Bu dünyanın her yerinde böyle. Buna teknik ve pratik sorunlar da eklendiğinde bu oran daha da düşüyor. Klinikte bizler için ciddi bir sorun. Biz kişiye negatif dediğimiz zaman o kişi belki negatif olmuyor ve hastalığı bulaştırarak, toplumda yaymaya devam ediyor. Bu bizi çok fazla uğraştıran şeylerden bir tanesi. Dolayısıyla yapılacak olan tanı testleri rahat uygulanabilen, hızlı, kolay ve tabii ki ucuz olursa bizim için çok değerli olacak. Umuyoruz ki birçok yerde bu tür çalışmalar olacaktır. Merkez olarak bizim de böyle bir çalışmamız var. Bu noktada TÜBİTAK liderliğinde çok faydalı çalışmaların ortaya çıkacağına inanıyoruz. Geçmiş yıllara göre bakıldığında, Türkiye’nin bir sıçrama eşiğinde olduğunu söyleyebiliriz. Ben 17 yıldan bu yana yeni ortaya çıkan infeksiyonlar ile uğraşıyorum ve böylesine olanakların bir araya geldiği bir dönemi ilk kez yaşıyorum.
İkinci konu tedavi sorunu. Var olan tedaviler gerçekten problemli, sihirli bir ilaç yok. Türkiye’de kullanmakta olduğumuz, Sağlık Bakanlığı’nın önerdiği tartışmalı ilaçlar var. Hatta kullanılan bazı ilaçların herhangi bir yararının olmadığına dair güçlü çalışmalar söz konusu ama karşı görüşler de mevcut. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; bu kimsenin suçu ya da problemi değil. Bizim demek ki daha iyi ilaçlar bulmamız gerekiyor. Bu anlamda ilaç bulmak, bize virüsün yapısını anlayarak, temel bilimleri klinikle birleştirmek fırsatını sağlıyor. Ve bu açıdan biz klinisyenler, virüsün nasıl çoğaldığını, nasıl etki ettiğini anlayabilmek için hücrenin içine ilk defa bu kadar girebilir olduk. Derslerde anlattığımız şematik görüntüleri şimdi yaşıyoruz. Yeniden konumlandırma çerçevesinde olan ilaç çalışmalarında hız kazandık, fakat daha da hızlanmak zorundayız. Bunu özellikle gelecek pandemilerde benzer durumlar için hazırlayıp, bir şekilde çok hızlı bir şekilde devreye sokmak durumundayız. Şu an geldiğimiz noktaya altı ay önce gelmiş olsaydık, o zaman hazırlığımız tam diyebilirdik. Ama hiç merak etmeyelim önümüzdeki süreçte çok benzer problemler yine olacak. Pandemi eninde sonunda bitecek ve rahatlayacağız ama bu defa da başka problemler ortaya çıkacak. İşte o zaman, biz ona birinci ligdeki diğer ülkeler gibi belki eşit ve hızlıca nüfus edebileceğiz. Bu, bizi çok heyecanlandırıyor.
3.Bir başka sorun, enfeksiyon kontrolü. Bizler yıllardır hastanelerimizde enfeksiyon kontrolü sağlarız. Örneğin, tüberkülozlu bir hasta geldiği zaman; damlacık ve hava yoluyla bulaşır diyerek önlemler alır ve bunu da sürekli ekibimize anlatmaya çalışırız. Türkiye’nin bu anlamda çok ciddi bir enfeksiyon kontrol geleneği vardır. Hatta Avrupa’dan çok daha iyi bir enfeksiyon kontrol geleneğimiz olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. İşte burada virüsün nasıl bulaştığını tartışmak epey bir zaman aldı. Oysa bu yine temel bilimlerin desteğiyle çok rahat görebileceğimiz bir süreçti. Bu noktada da fizikle, kimyayla yakın çalışarak, virüs taşıyan parçacıkların görüntülenmesi gibi bir alana daldık. Bu da bizi müthiş heyecanlandırdı. Klinik bilimci olarak yine ilk kez bizler hastanede hastalarla temas eden kişiler olarak; temel bilimlerle fizik-kimya yolculuğuna çıktık ve bu çok heyecan vericiydi. Ama bu süreçten sadece heyecanla değil, ürünlerle de çıkmak istiyoruz.
Bu üç alan çok temel sorunlu alanlardı. Bir başka alan; sayısal çalışmalar ve matematiksel modellerle incelemeler yapmaya dayanıyor. Bu konuda birçok merkez gibi bizim de çalışmalarımız söz konusu ama bunu daha da ilerilere taşımalıyız. İşte bu alanda desteklerin artırılması çok kritik olacaktır. Şunu demek istiyorum; örneğin Johns Hopkins Üniversitesi bu sürecin başlaması ile birlikte Mart ayında bir web sayfası oluşturdu. Tüm dünya bu süreci şu anda oradan takip ediyor. Bu modelin çok iyi incelenmesi gerekiyor. Johns Hopkins’te matematikçiler, epidemiyologlar, klinisyenler dünyadaki tüm vakaları inceler oldu. Bunlar sanki hep birincil metropollerde (Londra, New York, Washington ve Boston gibi) yapılır gibi alışagelmişiz. Halbuki biz de böyle olmalıyız. Türkiye olarak; İstanbul, Ankara, İzmir hatta Gaziantep gibi şehirlerden de kontrollerin yapılabilmesi, küresel bakışımızı geliştirmemiz için çok yararlı olacaktır.
Avrupa Enfeksiyon Hastalıkları Derneği, dünyanın en büyük enfeksiyon derneğidir ve ben de bu derneğin iki yıldır Yönetim Kurulu üyesiyim. Orada, Avrupa’nın bu alanda ne kadar atıl kaldığını, ne kadar zor hareket ettiğini gördüm. Bizim ülkemizin de eksiklerinin olmakla birlikte bu mücadelede ileride olması bana gururu yaşattı. Bu işte ulusal düzeyde her ülke yalnız başına kaldı ve kendisi baş etmeye çalıştı. Ama bu noktada Avrupa’daki imkanları da görerek onların ne kadar geride kaldığının da farkına vararak, ülke olarak ileriye gitme imkanlarını araştırmamız gerekiyor. Bu anlamda uluslararası bazda her türlü iş birliğine açığız. Elimden gelen her şeyi tüm meslektaşlarımla paylaşmak isterim.
PROF. DR. AYŞEN BAYRAM: Sabah gerçekleştirdiğimiz ilk oturumda sağlık sektörünü geleceğe taşıyacak Ar-Ge stratejileri konuşulurken hocalarımız bu konuda bir çok araştırma merkezlerinden bahsettiler ama özellikle Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Sayın Cengizhan Öztürk hocamız bu konularda kümeleşme olması gerektiği noktasına dem vurdu. Yani tek tek merkezler bazında çalışmayalım da kümelenme yoluna gidelim, birlikten güç doğar yönünde görüş beyan ettiler. Sizin bu konudaki düşünceniz nedir? Çeşitli merkezlerle de ortak çalışmalarınız var mı?
PROF. DR. ÖNDER ERGÖNÜL: Gerçekten bir tek merkezin her şeyi yapabilmesi çok zor, hatta imkansız. Sayın TÜBİTAK Başkanımızın ifade ettiği gibi örneğin büyük hayvanların deneylerinin yapılması oldukça güç. Mesela şu anda biyogüvenlik 3 laboratuvarımız var. Virüsü ürettik, virüsle ilgili çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Ama hayvanlara dair deney aşamasına geldiğimiz zaman iş birliği yapmak zorundayız. Tüm merkezlerin birbirleri ile çalışmasını öğrenebilmesi gerekiyor. Bu işbirliklerine özellikle ilerleyen dönemlerde hayvan deneylerinde ihtiyacımız olacak.
PROF. DR. KENAN MİDİLLİ: Sayın Rektörüm, Sayın Başkan ve değerli katılımcılar, ben aslında daha çok bu işin laboratuvar kısmındayım. Pandeminin başında, tüm dünyada olduğu gibi biz de olayın içine aniden apar topar pek çok bilinmezle birlikte girdik. Elimizde çok fazla, bilgi, deneyim yoktu ve hastalıkla mücadele etmede pek çok eksikliklerle girdik. Özellikle son 25-30 yıldaki teknolojik gelişmeler o kadar hızlı oldu ki, bunların getirdiği üretim gereksinimlerini nasıl olsa üreten birileri bulunduğu için pek çok ülke birçok şeyi üretme gereksinimi duymuyor. Kullanıma yeni giren ürünler yaygınlaştıkça büyük miktarlarda üretildikleri için bir anda ucuzluyorlar ve siz bunları normal dönemde çok rahat temin edebiliyorsunuz. Şimdi şöyle bir şey daha açığa çıktı; tamam kitlerin geliştirilmesinin inovatif yanları var, bu çok önemli ve refleks olarak bunlara yanıt verebilmek açısından böyle bir kapasitenin bulunması lazım. Ama şöyle bir şeyin de önemi giderek daha da iyi anlaşılacak: Mesela maske konusunda batının yaşadığına benzer sıkıntıları biz de dahil olmak üzere bütün dünya çok basit malzemeler için de yaşadı. Plastik malzeme bulamıyorsunuz, enzimleri bulmakta güçlük çekiyorsunuz, standart üretim yapmakta güçlük çekiyorsunuz.
Bu dönem geçtikten sonra bu konular tekrardan gündeme alınıp, sadece yenilikçi araştırmalar değil, belli bir kapasitenin belli dönemler için oluşturulması, bir yerde yedekte tutulması gerekiyor. Çünkü pandemi açısından daha yoğun dönemlere girildiğinde, stokların oluşturulması önemli bir konu.
Bunun dışında ben daha çok tanı ve virüsle ilgilendiğim için tanı kitlerini geliştirmek kadar bir de o tanı kitlerinin geçerliliklerinin onaylanmasını yapabilecek kapasitelerin oluşturulması gerektiğini düşünüyorum. Bir tanı kiti ürettiniz ama performansını nasıl deneyeceksiniz? Bunun için belli yöntemler ve belli standartlarınızın elinizde hazır olması lazım. Bunun için gerekli ulusal kurumların veya merkezlerin oluşturulması ve bunların da desteklenmesi gerekiyor.
Bürokratik ve etik kurullarla ilgili olarak da; başlangıçta çok hızlı bir süreçle bu işler halledilmeye başlandı fakat bu durum birçok kurumda proje enflasyonunu da beraberinde getirdi. Bu proje enflasyonu ile birlikte etik kurul onayları ve diğer bazı onay süreçleri işi yavaşlatma başladı. Hatta bazı projelerin değerlendirilmesi sürecini de uzattı. Bu da büyük bir tehlike anlamına geliyor. Üç ay önce düşündüğünüz bir şeyi o üç ay içinde ya da bir ay içinde gerçekleştirmediyseniz, üç ay sonra o proje onaylandığında zaten ölü hale geliyor. Böyle bir risk söz konusu.
PROF. DR. AYŞEN BAYRAM: Türkiye’de Sağlık Bakanlığımız ilk etapta bir tanı kiti oluşturdu ve bu ülke çapında da kullanıldı. Bu kitlerin güvenirliliği hakkında çeşitli yorumlar yapıldı. Kurum olarak sizin böyle bir tanı kiti geliştirilmesine yönelik herhangi bir çalışmanız oldu mu?
PROF. DR. KENAN MİDİLLİ: Kurum olarak böyle bir şey yapmadık zaten böyle bir şeye gerek de yok. Zaten salgının başından itibaren bu işle görevli olan Çin CDC’si, Alman kurumları, Amerikan CDC’si, Japon CDC’si gibi daha birçok kurum protokollerini açıkladılar. O noktadan sonra yapılacak şey, o protokolü veya benzeri protokolü paketleme işi. Burada önemli olan da performansını sınayıp, belli özelliklerde olduğunu gösterip, klinik kullanıma sunabilmeniz. Dediğimiz gibi bu kitlerde geçerliliğinin onaylanması süreci çok önemli.
Enzim ve plastik malzemeleri açısından dışarıya bağımlıysanız bir süre sonra bunları bulmakta güçlük çekiyorsunuz. Çok iyi bir kit geliştirseniz bile bir süre sonra aynı kalitede malzemeyi bulamıyorsunuz ve sürdürülebilirliğiniz düşüyor.
Şimdi en çok sıkıntı yaşadığımız şey; bir yandan solunum cihazı üretiyoruz ama bir yandan da burundan ya da boğazdan örnek almak için çok basit plastik bir çubuk bulamıyoruz. Bu yakın döneme kadar yaşadığımız sorunlardı, son dönemlerde yavaş yavaş çözülmeye başlandı ama kış aylarında bu stok sorununu yine yaşamaya başlayacağız.
PROF. DR. AYŞEN BAYRAM: Ar-Ge stratejilerimizi, gerek kit olsun gerekse koruyucu ekipmanlar anlamında olsun her yönde kapasitelerin oluşturulması ve bunların sürdürülebilirliği yönünden oluşturmamız çok önemli. Aksi takdirde çok iyi bir keşifte bulunsanız bile tedarik mekanizması iyi çalışmadığı sürece çok ilerlenemeyebilir.
DOÇ. DR. URARTU ÖZGÜR ŞAFAK ŞEKER: Öncelikle buradaki tüm hocalarımızı saygıyla selamlıyorum. Benim çalışma alanım sentetik biyoloji. Sentetik biyolojide de; genel olarak ileri genetik mühendisliği olarak ilaç molekülleri üretmek, bunların tasarlanması, yeniden düzenlenmesi ve bunların programlanabilir hale getirmek gibi bir alt yapımız vardı. Açıkçası uzun zamandır biz Ankara Üniversitesi’nde Kırım Kongo Kanamalı Ateşi üzerine bazı tedavi yöntemleri geliştirmek üzere çalışmalar yapıyorduk. Burada kullandığımız bazı protein bazlı moleküller vardı ve bunların kullanımı ile ilgili bir fikrimiz oluşmuştu. Bunun yanı sıra bizim sahip olduğumuz altyapı ve know-how’ı nasıl kullanabiliriz noktasında bazı girişimlerimiz olabileceğini düşündük. Bu anlamda, yenilikçi bazı yaklaşımlar getirmek için çalışmalara başladık. Tam bu sırada sayın Hasan Mandal hocamızın da bahsettiği gibi Türkiye COVID-19 Platformu içerisinde Aykut hocamızla birlikte biz de yer alma şansı yakaladık. Sonrasında da hızla çalışmalarımıza başladık.
Bu süreç hepimiz için biraz öğretici ve zorlanınca da neler yapabileceğimizi bizlere göstermesi açısından son derece faydalı oldu. Hem kendimiz hem de öğrencilerimiz açısından pek çok şeyi öğrenmemizi sağladı. Bu bağlamda ilaç çalışmalarına da katkıda bulunmuş olduk. Hayvan deneylerinin bir kısmı bitti, ikincisinde de sonuçlar oldukça iyi gidiyor. Yakın zamanda bunun da duyurusunu yapacağız. Uluslararası kamuoyuna böyle şeyleri duyurmanın da önemli olduğundan hareketle, şu anda bununla ilgili diğer taraftan bir yayın hazırlıyoruz.
Tüm bu sürecin bize göstermiş olduğu en güzel şeylerden bir tanesi şu; Türkiye’nin ciddi bir insan potansiyeli vardı. Sahip olunan bu potansiyeli güzel bir planlama ile hızla akışa çevirmenin mümkün olduğunu gördük. Şu aşamada hem aşı çalışmalarında hem ilaç çalışmalarında oldukça bilgi birikimi ve bilgi yükü yüksek olan insan kapasitesimiz bulunuyor. Buradaki kritik nokta, planlamanın doğru yapılması. Planlama doğru yapılıp, düzgün bir kooperatif oluşturulduğu zaman hızlıca ilerlenebileceğini düşünüyorum.
Tanı kitleri ile ilgili az önce Kenan hocamızın da bahsettiği bir durum var. Burada evet bazı bileşenleri alıyorsunuz, karıştırıyorsunuz ama buradaki en büyük sıkıntılardan bir tanesi; (Amerika’da vakaların çok sonra ortaya çıkmasının da nedenlerinden bir tanesi) CDC’nin tasarladığı primer serilerinin bir kısmında hata olması. Bunun iki nedeni var. Bunlardan biri ilk başlardaki sekanslanan virüs sayısı ile şu an sekanslanan virüs sayısı arasında ciddi fark var. Ve o zaman yapılan hatayı Seattle’daki bir doktor ortaya çıkardı. Kendi primer problarını tasarladıktan sonra Amerika tanı koymaya başladı. Bu da bize şunu gösteriyor; esasında bunların burada yapılması gerekiyor yani bizim kendi primer problarımızın halk sağlığı tarafından yapılması gerekiyor. Tasarımının da yapılması gerekiyor. Çünkü, primer tasarlamak çok zor bir iş değil. Tabii ki bunu firmaların da yapması gerekli. Şu bakımdan önemli; çünkü burada belli bir üretim kapasitesine ulaşmak gerekiyor. Bugün de açıklandığı gibi her gün binlerce test yapılıyor. Bu testleri özel kurumlar da artık yapmaya başladı. Bu kapasitelerle devlet üzerinden üretim yapmak artık çok kolay değil.
İkinci nokta; artık bir PCR kiti üretirken PCR kitinin bileşenlerinin hepsinin kontrollerinin aynı binada olmaması gerek. Eğer onu aynı bina içerisinde yapıyorsanız ve havalandırmasında sıkıntı varsa, çok net söyleyebilirim bir sürü yalancı pozitif çıkar. Böyle çok temel şeyler var ve bunlar ancak deneyerek öğrenebileceğimiz şeyler. Bunların kapasitesinin Türkiye içinde oluşması çok önemli. Ben bunlara sıfırdan başlanarak yapılması gerektiğine inanıyorum. Burada yapmamız gereken bizlerin ulusal olarak halk sağlığına güvenmemiz.
Bence şu anda en büyük problem, kitlerin güvenirliliğinden daha da ziyade, kitlere örneklerin nasıl hazırlandığı. Şu anda kitlerin çoğunun içinden RNA izolasyonu sıvısı diye bir sıvı çıkıyor. RNA izolasyonu sıvısı diye bir sıvı dünya üzerinde yok. Şu anda bütün kitleri açıp baktığınızda hepsinin kullanım klavuzunda şöyle yazıyor; “Bir RNA izolasyon kiti ile yapılması önerilir”. Bunun yazılmasının nedeni şu; RNA izolasyon için başka sıvı kullandığınız zaman yalancı negatif çıkma ihtimali çok yüksek. Çünkü virüsün parçalanması çok mümkün değil. Bence bir otoritenin Türkiye’de bütün bu kitleri toplayarak, RNA izolasyonlu ve izolasyonsuz olarak bir deney yapması gerekiyor. Bu yapıldıktan sonra artık tanı yöntemlerinin güvenirliği konusunda çok daha rahat bir şekilde bir şekilde konuşabiliriz.
Bir diğer önemli konu; plastik malzeme konusu. Bu plastik malzemeler Türkiye’de üretilemez mi? Tabii ki üretilebilir. Biz laboratuvarda kitin içerisinde kullanılan enzim mixini üretebilecek kapasiteye sahipken bunu da pek tabii yapabiliriz. İşte buradaki en büyük problem de ticaret mi yapacağız, yoksa ulusal faydayı mı gözeteceğiz? İnsanlar bu işin ticaret tarafına kaydıklarında, az önce bahsettiğimiz gibi kimse bu işin yatırım tarafı ile ilgilenmiyor. Çünkü bunların yüksek miktarlarda üretilebilmesi için ciddi yatırımlar gerekiyor. İnsanlar da oraya yatırım yapmayı göze almıyorlar. Çünkü ticaret yapmak daha ucuz ve daha kârlı. Dünyada şu anda üç dört tane firma var. Bu firmaların tamamı bahsettiğimiz bu mix’leri çok uygun fiyata üretiyor ve Türkiye’deki tüm kit üreticilerine satıyor.
Bu kötü dönemin bizlere çok ciddi bir know-how kazandırırken kendi kapasitemizin farkına varmamızda da önemli getirilerinin olduğuna inanıyorum. Bu anlamda çok öğretici bir süreç olduğunu söyleyebilirim. Günün sonunda bakmamız gereken “elimizde neler kalmış, neler öğrenmişiz” olmalı. Peki biz neyi öğrendik? Türkiye’de hayvan modeli yok. Biz bunu araştırmacılar olarak tabii ki biliyorduk, Şimdi bunu politika yapıcılar da yakından gördüler. Türkiye’deki bütün hayvan modellerinin girdilerinin tamamı yurt dışından geliyor. Bu, burada yapılamaz mı? Yapılabilir. Sadece inisiyatif alınması gerekiyor. Bu inisiyatifi de devletin alması gerekiyor. Devlet deney hayvanları için inisiyatif alıp, her türlü hayvan için model belirlemeli. İşte bunun alt yapısının oluşması için bence şu süreçte bir nedensellik oluştu.
DOÇ. DR. MUSTAFA GÜZEL: Sayın Rektörüm, saygıdeğer TÜBİTAK Başkanım ve değerli hocalarım hepinizi saygıyla selamlıyorum. Az önce sayın TÜBİTAK Başkanımız Hasan Mandal hocamız da bahsetti; COVID-19 Platformu’nda ürettiğimiz Favipiravir ilacından “yerli ve milli” diye bahsediyoruz ama bu ilaçla ilgili hemen ileteyim, biz yeni bir molekül yapmadık. Bunu özellikle belirtmek istiyorum. Ama başkanımızın da bahsettiği gibi yerli imkanlarla, sekiz basamaktan oluşan tamamen kendi imkanlarımızla geliştirdiğimiz yerli sentez bir ilaç oldu. Malumunuz COVID-19 Türkiye’ye girdiğinde kapılar kapanmıştı, ülkeler birbirine bırakın ham madde, ara madde ya da molekül vermeyi maske gibi malzemeleri bile birbirinden kaçırır oldu. Bu noktada da biz de “dışa bağımlılığımızı azaltalım ve yerli sentez ilacımızı yapalım” diyerek bu adımı attık. Aslında biz daha COVID-19 Türkiye’ye girmeden önce ev ödevimizi çalışmaya başlamıştık. Atabay İlaç’la SMA üzerinden çalışmalara başladık. Malumunuz bu bahsettiğim tarih; Aralık 2019’lar… SMA ile ilgili bir kamu-sanayi iş birliğini nasıl oluşturabiliriz diye düşünürken COVID-19 ülkemiz de dahil tüm dünyayı etkisi altına alınca ibreyi COVID-19’a karşı ilaç geliştirmeye döndürdük. Bununla ilgili kendisi de Bilim Kurulu Üyesi olan sayın Prof. Dr. Recep Öztürk hocamıza nasıl bir yol izlememiz gerektiği yönünde bir sunum yaptık.
Malumunuz COVID-19’a dair spesifik olarak endike şu anda dünyada tek bir molekül var, FDA’in onayladığı, Trump’un da FDA’a empoze ettiği bir molekül. Biz tüm bu moleküllerin tam listesini çıkardık. Hangisi öncelikliyse sentez sürecine proje bünyesinde başladık. 3-4 ay gibi kısa bir sürede tamamen yerli imkanlarla üç molekülümüzü de sentezlemiş bulunuyoruz.
COVID-19 ikinci ya da üçüncü dalga yaptığında ev ödevimizi iyi çalışalım diye bu moleküllerden biri olan Favipiravir’i devreye aldık. Bununla ilgili başarı hikayemizi de kısaca anlatmak isterim. Biz aslında 3 Mayıs’ta satın almaların yarısını tamamlayıp laboratuvara girdik. Toplu taşıma araçlarını kullanmamak için Atabay Kimya ve İlaç Sanayi proje ortağımız şartlar gereği fabrikaya yakın konumdaki otelini bizim ekibe tahsis etti. Az önce Urartu hocamız da bahsetmişti. İmkanlar ve şartlar bazen denk gelince aslında her şey oluyor. Otel de 12 araştırmacımız da dahil ekibimle gece gündüz çalıştık. Önlüğümü giyip, Favipiravir ilacının etken molekülünü kendim dahi ellerimle sentezledim. 12 Haziran’da Sayın Cumhurbaşkanımız bu ilacı Türk halkına duyurmuştu. Ben bu vesileyle sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a bu ilaç nezdinde yerli ilaç geliştirmeye verdiği destekten dolayı teşekkürlerimi arz ediyorum. 10 Temmuz’da bu ilacın Sağlık Bakanlığı’ndan ruhsatını aldık. Tabii ki bu, TÜBİTAK COVID-19 Türkiye İlaç ve Aşı Geliştirme Platformu’nda gerçekleşen bir projeydi. Bu bağlamda başta Sanayi ve Teknoloji Bakanımız sayın Mustafa Varank’a ve TÜBİTAK Başkanımız sayın Prof. Dr. Hasan Mandal hocamıza tekrar gönülden teşekkürlerimi arz ediyorum. Aynı zamanda Sağlık Bakanlığı’na da teşekkürlerimizi arz ediyoruz.
Bu projeyi biz asistanlarla beraber hazırladık. 22 Nisan’da projemizin ilk resmi toplantısını yaptık. Ardından TÜBİTAK Başkanımızla bir toplantı gerçekleştirdik ve 3 Mayıs’ta resmi olarak laboratuvara girdik. 40 gün civarında bir sürede bu molekülün tamamen yerli imkanlarla sentezini yaptık. 5 Mart 2020’de Sağlık Bakanımıza, bu ilacımızı yapacağımızı ve nasıl SMA ilacını sentezleyip masasına koyduysak bunu da koyacağımızı söyledik. Nitekim Atabay İlaç’la bu molekülü yaparak dediğimizi gerçekleştirmiş olduk. Daha sonra Ticaret Bakanımızla bu ilacın ihracat potansiyelini değerlendirmek üzere bir görüşme yaptık. Şu anda bu ilaçtan 10 bin kutu Sağlık Bakanlığı’na bağışladık. Bağışladığımız bu ilaçların birçok halk sağlık merkezinde (Bursa ve İstanbul gibi şehirlerde) hastalara arz edildiğini kendi gözlerimizle gördük.
Ben son beş-altı yıldır Türkiye’de 100’den fazla konferanslar verdim ve bilimsel toplantılara katıldım. Ulusal veya uluslararası kongrelerde üstüne basa basa; artık bizim yerli ilaç veya aşı projelerinde gerçekten stratejik Ar-Ge faaliyetlerini devam ettirmemiz, hatta hızlandırmamız gerektiğini, ciddi ve sürdürülebilir projelerin olması gerektiğini defalarca ifade ettim. İnanın bu konuda finansörleri bir türlü ikna edemedim. Sonunda çok uğraşmamıza rağmen ikna edemediğimiz finansörleri gözle göremediğimiz 100 nanometrelik bir varlık maalesef ikna etti. Bu arada ulusal anlamda da tek para kaynağımızın da TÜBİTAK olduğunu söylemek isterim. Sağlık Bakanlığına bağlı TÜSEB’den iki tane yeni başka üniversitelerle ortak projemiz geçti. Bu projeler yeni ve orijinal molekülleri içeriyor. TÜBİTAK, COVID-19 platformunda iki adet proje yürütüyoruz.
Şu anda devletimizin en üst tabakasındaki insanlar bile artık yerli ilaç ve aşı geliştirme projelerinin ivedilikle yapılması gerektiğini ifade ediyor. Bununla ilgili benim de üyesi bulunduğum Bilim Teknoloji ve Yenilik Politikalar Kurulu’nda üç ay boyunca ilaç ve aşı özelinde yeni politikalar ile birlikte ülkemizin bu alanda kısa, uzun ve orta vadeli eylem planlarını oluşturmaya başladık. Aslında orada ortaya çıkan en önemli mevzu; savunma sanayinde yaklaşık 20 yıldır aldığımız başarıyı sağlıkta da nasıl alabiliriz ve bununla ilgili neler yapabiliriz mevzusuydu. Tartışmaların neticesinde bununla ilgili öne çıkan ve kurulması gereken kurum; Milli Sağlık Sanayi başkanlığının olduğu tespit edildi. Nasıl ki Savunma Sanayi Başkanlığı var, aynı şekilde sağlık alanında da böyle bir kurumun olması gerektiğinin altı çizildi. Bu kurum, doğrudan Cumhurbaşkanlığına bağlı aksiyoner yani icracı bir kurum olabilir. Ben bunu sayın Cumhurbaşkanımıza 29 Ağustostaki bir saatlik görüşmemizde arz ettim: “Nasıl Türkiye’de Roketsan, Havelsan varsa neden bir Sağlıksan yok, neden bir İlaçsan yok” dedim. Böyle bir mükemmeliyet merkezinin Türkiye’de olması gerektiğini hayal ediyorum. Bununla ilgili bakanlıklar arası ciddi bir koordinasyonun olması gerektiği konusu çok önemli. Özellikle bulaşıcı enfeksiyon hastalıkları ile ilgili icracı bir kurumun olması gerektiğini COVID-19 ile birlikte öğrenmiş olduk. Pandemilerde artık bizim de dünyadaki diğer ülkeler gibi bu tür durumlara hazır hale gelmemiz gerekiyor. Topyekün olarak, devlet, millet ve icracı kurumlar olarak el ele vererek mücadele etmeliyiz.
Diğer yandan sürdürülebilir Ar-Ge projeleri ortaya koymamız çok önemli. Bunun için de kamu, sanayi ve üniversite iş birliklerine ciddi bir şekilde eğilmemiz gerekiyor.
Ar-Ge merkezlerinde bu tür salgınlarla baş edecek projeler üretmemiz gerekiyor. Bunu sadece ilaç ve aşı özelinde düşünmemek lazım. Ülke nezdinde maske ve solunum cihazları da üreten, geliştiren ve bu konunun sürekli olarak Ar-Ge’sini de yapan kendine yeter bir ülke olmamız gerekiyor.
İlerde olabilecek bu ve benzeri salgınlara karşı hazırlıklı olmamız gerekiyor. Zaten bu salgın bize bunu çok iyi bir şekilde öğretti.
Ülkelerin içe kapandığı bu tür dönemlerde yerli ve milli imkanlarla kendi kendimize yeterek, ihtiyacımız olan her türlü ilaç, aşı, tanı ve ekipmanını geliştirip, üretebiliyor olmamız lazım. İlaç firmalarımız, orijinal bir molekül yapabilme aşamasına gelebilmeli. Bizi şampiyonlar ligine taşıyacak olan projelerin bunlar olacağına inanıyorum. Yerli aşı projeleri gerçekleştirmemiz, stratejik sağlık ürünleri PCR gibi tanı kitleri, solunum cihazları, doğruluk payı yüksek hızlı tanı kitleri geliştirmemiz gerekiyor. İhracatta en yüksek kalem olan stratejik sağlık ürünlerinin zorunlu lisans ile yerlileştirilmesi ve teknoloji transferi ile bunun tamamen ülkemize kazandırılması gerekiyor.
PROF. DR. DERYA UNUTMAZ: COVID-19 sadece Türkiye değil dünya çapında özellikle halk sağlığı konusunda ders verici oldu. Bu derslerden en önemlisi tabii ki hem bir alt yapının gerçekleşmiş olması hem de ekosistemin varlığı.
Ekosistemden kasıt, parçaların hepsinin bir arada olması. Çünkü siz yurt dışına bağımlı olduğunuz zaman örneğin tanı kitlerinde bir enzim eksikliğiniz oluyor. O enzim olmadan siz o tanı kitini gerçekleştiremiyorsunuz. Bu Amerika’da da aynı şekilde ortaya çıktı aslında. Bu bakımdan bu alt yapının olması, COVID-19 açısından çok önemli. Şu anda bio teknoloji devrimi de yaşıyoruz ve COVID-19’un bu bakımdan da çok kritik önemi var. Çünkü katma değeri çok çok yüksek olan ürünlerden bahsediyoruz. Sadece tanı ile alakalı değil, tedaviyle de alakalı çok yüksek katma değerli ürünlerden söz ediyoruz. Örneğin antikorlar… COVID-19 içinde klinik denemeleri yapılıyor ve dünyada en çok satan ilk 10 ilaç arasında en fazla antikorlar başta geliyor. 10 milyarlarca dolar değerinde…
Bunların tabii yurt içinde üretilmesi, kendi özgün antikorlarımızın yapılması en iyisi ama olmazsa da lisans olarak yapılması önemli. Bir de burada şöyle sıkıntı ortaya çıkacak; yeterince antikor üretilmesi kolay bir şey değil. Bununla ilgili bazı alt yapı çalışmaları var.
Bunun geliştirilmesi son derece önemli. Tabii ki bu çok pahalıya mal oluyor. Bunun yerli olarak üretilmesi, tedariki açısından daha makul oluyor.
COVID-19’la birlikte ön plana çıkan ikinci konu ise Ar-Ge’ye çok önem verilmesi gerektiği oldu. Şu anda COVID-19’la ilgili en kritik konulardan bir tanesi test olayı. Testler hala istediğimiz seviyeye gelmedi. İstediğimiz seviyede çabuk ve güvenilir testlerin oluşmasını bekliyorduk. Zannediyorum Türkiye’de de şu anda hala PCR testleri yapılıyor, Amerika’da da bu böyle. Ama bu oldukça zahmetli, maliyeti biraz daha yüksek ve insanların gidip örnek vermesini gerektiren bir yöntem. Örneğin biz Jackson Laboratuvarı’nda da bunu yapıyoruz. Son bir iki aydır günde ortalama 10 bin civarında test yapıyoruz. Ama yeni bir yöntem geliştirerek bunu tükürük testine çevirmeyi düşünüyoruz. Bu aslında sorunun bir kısmını hallediyor. Daha ileriki noktası insanların gebelik testi yapar gibi evde tanı koyabilmeleri bu salgının kontrol edilmesinde önemli rol oynayacak. Çünkü bu şekilde insanların test yapmaya gidip gelmesi de önemli.
Diğer bir konu da üretim. Çünkü COVID-
19’a karşı aşı geliştirmek çok zor olmadı. Şu ana kadar test edilen formüllerin hepsi çalıştı diyebiliriz. Çalıştı derken, belli bir miktar antikor gelişti, tecrübe edildi. Bunların hemen hemen hepsinde çok iyi sonuçlar çıktı. Bu konu ile ilgili Türkiye’de de de 7-8 merkezde çok iyi çalışmalar yapıldığını biliyorum. Bundan sonraki süreçte bu aşıların daha iyi geliştirilmesi önemli. Bir sonraki adımda bunların üretimi konusunda da gereken alt yapının oluşturulması ciddi önem taşıyor. Bu alt yapının oluşturulması demek, ileride diğer aşıları da üretebilecek hale gelmemiz anlamına geliyor. Örneğin grip aşısı yapabilecek durumda olmamız anlamına geliyor.
Burada önemli olan bir ekosistemin oluşturulması ileriye dönük olarak düşünecek olursak, belli bir pazar da oluşturması anlamına geliyor. Devletin belli bir desteği ile başlanabilir ama özel sektörün bu konularda girişimde bulunması çok önemli. Çevre pazarlar da Türkiye için ciddi bir potansiyel barındırıyor. Çünkü Türkiye özellikle sağlık konusunda gerçekten çok ileri bir noktada. Bu da onu tercih edilir kılabilir. Türkiye’nin sağlık alanında sahip olduğu alt yapı da kullanılabilir. Orta Doğu olsun, Avrupa olsun daha ucuza mal edileceği için bu piyasaların oluşması, hem üretim kapasitelerinin artması hem de ekosistemin gelişmesi açısından çok önemli bir nokta.
Yine bununla alakalı olarak altını çizmek istediğim son nokta; malzeme konusu. Yurt dışından normal şartlarda bile malzemelerin gelmesi çok zor olur, uzun süreçler ve ciddi maliyetler gerektirir. Bu anlamda ya malzemelerin belli bir miktarının içeride üretilmesi -ama dışardan da mecburen alacaklarınız olacaktır- bu konuda da düzenlemeler yapılarak sistemin çok hızlı çalışması lazım. Yani bu süreçte de şunu anladık; günler bile çok önemli.
PROF. DR. AYŞEN BAYRAM: Hastaların
kliniğe gitmesini gerekli kılmadan evde yapılabilecek testler olabileceğini söylediniz. Bu testler hangi aşamada? ABD’de bu yönde yapılmış kitler var mı? Şu anda Türkiye’de en büyük sorun; hastanın hastaneye gelmiş olması, daha sonra kontrol PSR’ları için hastaneye geliyor olması. Bu sirkülasyonu azaltmaya yönelik olarak yapılmış bir şeyler var mı?
PROF. DR. DERYA UNUTMAZ: Evet bu konuda çok çalışmalar var ama daha iyi bir noktada olacağımızı -aradan neredeyse altı ay geçti- düşünüyorduk. Şöyle bir sorun oldu; bu testler, PCR testi kadar hassas hale getirilemedi. Ama evde yapılacak testler var. Fakat şöyle bir tartışma da söz konusu aslında; “Bu testler gerçekten çok hassas olmak zorunda mı ?” Çünkü sonuçta siz özellikle asemptomatik yani belirti göstermeyen insanları bu şekilde bulabilirsiniz, yarısını bile bulabilseniz eğer bunlar ucuza mal edilebilirse, bu çok önemli bir gelişme olabilir. Amerika’da böyle testler var ve şu anda üretime geçildi. Bunlar şu anda yaygın teşhis için kullanılmıyor ama ben bunların çok daha yaygınlaşması gerektiğini düşünüyorum.
DEMET RUSS: Araştırmacı İlaç Firmaları Derneği (AİFD) olarak yakın dönemde yapmış olduğumuz CoronaSprint projesinden yola çıkarak inovasyon ekosistemi hakkında biraz bilgi paylaşmak istiyorum. Konuşmacılarımızın da belirttiği gibi, inovasyon bir ekosistem aslında ve tek başına yapılabilecek bir şey değil. Bir gecede yapabileceğimiz bir şey hiç değil. Çok uzun süreçler içinde ülkede hem gerekli altyapının kurulmuş hem uygun yeteneklerin yetişmiş olması, o inovasyon ekosistemi ağının oluşması çok önemli.
Sanıyorum geçtiğimiz aylarda, İstanbul Kalkınma Ajansı’nın (İSTKA) finansman desteği ve Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı’nın (TÜSEB) proje ortaklığıyla AİSFD olarak ortaya koyduğumuz CoronaSprint projesi buna güzel bir örnek oldu.
Aslında ülke olarak sağlık altyapımız oldukça güçlü. Nitekim koronavirüsle savaşta altyapımızın güçlü olmasının faydalarını gördük. İyi bir yetenek havuzumuz da var. Ama soru şuydu: bunları nasıl bir araya getirecektik? İki ay gibi kısa bir süre içinde tamamlanan CoronaSprint, “Sahada tanımlanmış olan ihtiyaçlara nasıl daha hızlı cevap verebiliriz?” sorusuna yönelik bir çalışmaydı.
AİFD olarak geçtiğimiz yıllarda bir BioStartup projesi başlatmıştık. 2016 yılından bu yana bu BioStartup çerçevesinde farklı startup’ları bir araya getirerek, onları küresel ağlarla birleştirip mentorluk vererek hızlı adımlar atmalarını sağladık. Hatta bazı startup’ların dünya çapında fonlar bulmasına destek olduk. CoronaSprint çerçevesinde de öncelikli ihtiyaçlar (teşhis, tanı, tedavilerin devam etmesi, ilaç ve aşı çalışmalarını destekleyici projeler, medikal cihazlar gibi) belirlendikten sonra, AİFD olarak bu ihtiyaçlara cevap verebilecek startup’ları araştırmaya başladık.
Burada ekosistem neden çok önemliydi?
Çünkü 2016’dan beri devam eden BioStartup deneyimimizi kullanarak neredeyse bir iki gün içinde Türkiye’de hangi startup’lara ulaşabiliriz ve bunlardan hangileri bu sorulara çözüm üretebilir konusunda çok hızlı aksiyon aldık. Sonrasında ise 32 paydaşla ve gerçekten inanılmaz bir hızla, mentorları da kullanarak, bu startup’ları destekledik. Böylece Haziran başında başladığımız projede Temmuz sonunda 16 startup’ın yol haritalarının belirlenmesi noktasına geldik. Şu anda işte bu startup’ların CoronaSprint çerçevesinde önerdiği çözümlerin hayata geçirilmesine destek veriyoruz.
Yol haritaları kapsamında her bir startup’ın farklı ihtiyaçları bulunuyor. Startup denildiğinde hep finansmandan bahsediyoruz ama finansman ihtiyacının yanı sıra aslında yoğun olarak altyapı, sertifikasyon ve belgelendirme, regülasyon ve iş birliği ihtiyaçları da var. O yüzden bu ekosistem çerçevesinde startup’ların ihtiyaçlarını belirleyip bunları çözme yolunda adımlar atmaya başladık.
Bence bu CoronaSprint, inovasyon ekosisteminin kullanımı açısından güzel bir örnek oldu. Önceki yıllarda geliştirilen ilişkiler ve inovasyon kapasitesi, COVID-19 gibi yeni bir sorun alanının çözümü için kullanıldı. Önümüzdeki dönemde muhtemelen yeni küresel sağlık sorunlarıyla da karşı karşıya kalacağız. Böyle durumlarda hızlı ve yaratıcı olmak, başarının anahtarı. Bunu yapabilmek için de inovasyon ekosistemini geliştirecek yatırımları zamanında yapmış olmamız gerekiyor. AİFD’nin kendi çalışmaları özelinde gördüğümüz en büyük öğrenimlerden birisi bu oldu.
Bu nedenle, ilerleyen dönemlerde koronavirüs gibi ciddi sağlık sorunlarına çözüm bulabilmek için ülkemizin içinde bulunduğu bu inovasyon ağını daha da güçlendirmemiz gerekiyor. Kamu, özel sektör ve akademinin çok daha yakın çalışması ve startup’ları desteklemeleri çok önemli. Her kurum kendi en kuvvetli olduğu özelliğini ön plana çıkarmalı. Mesela AİFD, yerel aktörlerle küresel ağlar arasında köprü olma kabiliyetine odaklandı ve kayda değer sonuçlar elde etti.
Bir noktaya daha dikkat çekmek istiyorum. Daha önce de bahsedildi; ülkemizden neden orijinal ilaçlar çıkmasın. Bu bence de çok önemli bir konu. ABD’nin ilaç otoritesi FDA’e baktığımızda, onay verdiği 10 ilaçtan 7’sinin startup’lardan geldiğini görüyoruz. Startup’ları desteklemek; inovasyon ekosistemini kurmak; kamu, akademi, özel sektör ve startup’lar arasında iş birliğini sağlamak; orijinal ilaç geliştirmek adına da yolumuzu açacak ve Türkiye’yi bulunduğu bölgede daha da ileri taşıyarak sağlık açısından bir güç olmasını sağlayacaktır.
PROF. DR. AYŞEN BAYRAM: Yavaş yavaş kapanışa doğru giderken tekrar konuşmacılarımızdan son söz olarak paylaşmak istedikleri cümleleri kısaca dinlemek isteriz.
PROF. DR. HASAN MANDAL: Öncelikle tüm hocalarımıza çok teşekkür ediyoruz. Bu sürecin en zor olan dönemlerini yaşamaya devam ediyoruz ama aynı zamanda bu zor dönemler; fırsatlar oluşturan, birbirimize daha fazla ihtiyaç duyduğumuz günler oluyor. Birlikte çalışma bu dönemde, daha öncelikli hale geldi. Dünyadaki birçok uygulama örneğine bakarsak da herkes bu dönemde kendi çözümlerini ortaya koymaya çalışıyor. Geldiğimiz noktada aşı, tanı, tedavi ve ekipmanlarında üretme aşamasına kadar geldiğimizi görüyoruz. Üretme noktası, Türkiye’nin belki bugüne kadar az düşündüğü bir boyutuydu. Bu anlamda bakıldığında da yenilikçi yaklaşımlara ihtiyaç duyulduğunu görüyoruz.
Ülkemizin gerçekten ciddi bir altyapısı bulunurken küresel salgın dönemleri, bu altyapıları ve insan kaynaklarını geliştirebileceğimiz ortamlar yaratıyor. Bu anlamda içinde bulunduğumuz bu zorlu ortamı bir fırsat olarak değerlendirip, ortak altyapılarımızla ve nitelikli insan kaynağımızı bir araya getirdiğimiz zaman hedefe ulaşma için özgün çözümlerle hem ilaç geliştirme hem de aşı geliştirme ve üretme noktasında başarılı olacağımıza yürekten inanıyorum. Türkiye şu anda bir seferberlik yaşıyor. Bu seferberlik az önce de ifade ettiğim gibi yeni fırsatlar oluşturma sürecini geliştirecek. Biz, TÜBİTAK olarak bu sürecin en azından klinik öncesi aşamalarında yer almaya çalıştık. Bu süreç uçtan uca bir yaklaşım gerektiriyor. Bir tarafta klinik öncesinde araştırma var, diğer tarafta ise klinik araştırma ve arada bu sürecin kolaylaştırıcıları ya da yöneticileri bulunuyor. Nasıl üniversite ile sanayinin bir araya gelmesini istiyorsak, kamu kuruluşlarının da bir araya gelmesinin gerektiği bir dönemdeyiz.
PROF. DR. ÖNDER ERGÖNÜL: Ben de tüm hocalarımıza çok teşekkür ediyorum. Hakikaten çok faydalı paylaşımlarda bulundular. Tabii ki toplantıyı organize eden SANKO Üniversitesi’ne ve Turkishtime’a da teşekkür ediyoruz. Çünkü bu sayede bir araya geldik ve birbirimizi daha iyi tanıma şansı yakaladık. Pandemi sürecinde herkes çalışmalarını sürdürüyor sürdürecek de. Dileğimiz; böyle bir iletişimin güçlenerek sürmesi. Gerek ürünlerin ortaya konulması gerekse tanıtımının yapılarak yayılması açısından hep birlikte güzel bir fırsat yakalamış olduğumuzun hissi var bende. Dolayısıyla bu iyi niyetle, bu güzel enerjiyle yolumuza devam etmek istiyoruz. Herkesi saygı ve sevgiyle selamlıyorum
PROF. DR. KENAN MİDİLLİ: Yapılan konuşmalardan da anlaşıldığı üzere belirli bir kapasitemizin olduğu ortaya çıktı. Ama ben daha temel bir şeyden söz etmek istiyorum. Biz; yeterince araştırmacı yetiştiriyor muyuz ya da yetiştirdiğimiz araştırmacılara, doktora ya da yüksek lisans yaptırdığımız gençlere iyi bir iş imkanı ve gelecek sağlıyor muyuz? Maalesef ben bu konuda çok olumlu düşünemiyorum. Verilen eğitimin kalitesi ile ilgili problemler var, çünkü verilen eğitimler part-time yüksek lisans eğitimlerine dönüşmeye başladı. Özellikle doktora sonrası kişilerin desteklenebileceği, çalışabileceği olanakların yaratılması gerekiyor.
Bir diğer sorun da bazı kurumlar var; bu kurumlara dönem dönem farklı görevler verildiği için zaman içinde asli
görevlerinden uzaklaşmış oluyor. Çok basit bir örnek vereceğim; Türkiye Halk Sağlığı Müdürlüğü Laboratuvarı’nın asli görevi; rutin test yapmak olmamalı. Bütün bunları organize edecek ya da bir üst referans olabilecek şekilde desteklenmeli ve bu şekilde daha önemli organizasyonel bir yapıya bürünmeli.
Gözlemlediğim bir başka sorun; sağlık alanında sadece Ar-Ge politikalarında değil, daha başka bazı alanlarda da değişikliklere ihtiyacı olduğu. Araştırma merkezlerinin daha tematik, merkezler şeklinde organize edilmesi belki iş birliğini kolaylaştırabilir. Bunun yurt dışında çok örnekleri var. Mesela Almanya’da farklı farklı sanayi kuruluşlarının da ortak olduğu enfeksiyon hastalıkları Ar-Ge merkezleri var. Bunlar projeye göre değil, yıl bazında belli bir bütçe üzerinden destekleniyorlar. Bu şekilde de bazı işlerin sürdürülebilirliği sağlanmış oluyor.
Böyle bir toplantıyı organize edip beni de davet ettiğiniz için çok teşekkür ediyorum.
DOÇ. DR. MUSTAFA GÜZEL: Türkiye’de savunma alanında ciddi bir atılım var ve bunu sağlıkta da nasıl yapılabileceğinin -özellikle COVID-19’dan sonra- araştırılması gerekiyor. Bu nasıl mümkün olur? Katıldığım bir toplantıda savunma sanayine hem özel hem de kamu destekli verilen fonun 80 milyar dolar olduğunu öğrendim. Bugün Türkiye’de 80 milyar dolarlık sağlık yatırımı yapılsa inanılmaz bir Ar-Ge ekosistemi geliştirilirdi. Bu hem nitelikli insan gücü hem de finans işi ile oluyor. Türkiye’nin artık sağlık sektörüne ciddi bir yatırım yapması gerekiyor. Ömrümün yarısını A-Ge ile geçirmiş biri olarak, kariyerim boyunca 12 bin molekül sentezledim ve bunların sadece 12 tanesi ilaç adayı olabildi. Şunu söylemek istiyorum; evet Ar-Ge öyle kolay bir şey değil. Bu iş üzerinde ciddi emekler harcanması gerekirken bu, tamamen bir ekip işi.
Türkiye’de gördüğüm eksikliklerden biri de klinisyenler ile temel araştırmacılar arasındaki koordinasyon eksikliği. Sağlıkta da özellikle ilaç ve aşı özelinde dört tane icracı kurum var, bunlar arasında da ciddi bir koordinasyon olması gerekiyor. Corona sürecinde bu koordinasyonun daha sağlıklı ilerlediğini gözlemliyorum.
COVID-19 süreciyle birlikte hem Ar-Ge projelerinin fonlanması, hem de bu konuda yetişmiş insan gücüne katkı sağlanması için ciddi anlamda mükemmeliyet merkezlerinin geliştirilmesi gerekiyor. Böyle bir icracı kurulun koordineli bir şekilde çalışması gerekiyor. Aksiyoner, dinamik, içi dolu, misyon ve vizyon sahibi yöneticilerle bunun mümkün olacağını düşünüyorum.
DOÇ. DR. URARTU ÖZGÜR ŞAFAK ŞEKER: Son olarak belirtmek istediğim önemli bir nokta var. Birçok alanda olduğu gibi sağlıkta da insan kaynağı son derece önemli. Bir fikir geliştirilirken burada en kritik grup; öğrenciler. Şu gerçekliği göz önünde bulundurmak gerekiyor. Buradaki öğrencilerin aldığı fonlar, Amerika’da ya da Avrupa’da doktora yapan öğrencilerin aldığı fonlarla karşılaştırıldığında arada ciddi bir uçurum olduğunu görüyoruz. Bu öğrencilerin yaşı 20’li yaşların ikinci yarısında ve Türkiye gibi geleneksel toplumlarda belli bir yaşa gelip, hala az miktar para kazanıyor ya da kazanamıyor gözüyle bakıldığı zaman insanlar çok stres yaşıyor. Bu bakımdan ben bu grup öğrencilerin fonlanması için farklı bir model üzerinde çalışılması gerektiğini düşünüyorum. Evet, bir öğretim görevlisinin araştırması için ihtiyaç duyduğu finans kaynağını kendisinin bulması gerekiyor, buna katılıyorum. Ancak öğrencilerin durumlarının biraz daha farklı ele alınması gerekli. Eğer bir öğrencinin kafasında soru işaretleri varsa, oradan bir verim elde etmek mümkün değil. Çok parlak öğrencilerimiz var ve bu parlak fikirler yurt dışına gitmiyor burada kalmayı tercih ediyorsa, bunların buna göre ödüllendirilmesi gerekiyor.
Şu an Türkiye’de ciddi bir araştırmacı kitlesi oluşmuş durumda. TÜBİTAK Başkanımız da buradayken tekrarlamak istiyorum; ben artık çok ama çok gerekli olmadıkça devletin yurt dışına doktora ya da master öğrencisi göndermesini anlamlandıramıyorum. Bu 30 yıl önce anlamlıydı ama artık değil. Evet şu anda Türkiye’deki üniversitelerimizin sıkıntıları var ama gelişmenin en doğru yolu, insana daha fazla yatırım yapmak. Şu anda Türkiye’deki cihaz alt yapısı inanılmaz bir seviyede. Bu yüzden önce insana yatırım yapılması gerekiyor.
PROF. DR. ALPAY AZAP: Öncelikle bu davet için çok teşekkür ediyorum. Ben esas olarak bir klinisyenim. Bir klinisyen olarak belki bu işin en uç noktasında daha çok görev yapıyorum. Bu yüzden de gözlemlerim çok fazla. Ama bu COVID-19 salgını hepimiz için son derece öğretici oldu. Benden önceki konuşmacılar da bunu çok iyi vurguladılar. İçinde bulunduğumuz zorlu süreç; sahada hastalarla bu işle uğraşan en son kişilerle temel araştırmacıları bir araya getirdi. Ben, hakikaten ülkemizde bu kadar ciddi bir araştırmacı kadrosu olduğunu bilmiyordum. Salgın sayesinde çok fazla sayıda; temel araştırma konusunda son derece birikimli, dünyada çok merkezde çalışmış kişilerle bir araya gelme fırsatı bulduk ve karşılıklı olarak bilimsel anlamda kendini besleme durumu söz konusu oldu. Bu, bize pandeminin yarattığı bir fırsat oldu. İşte bunun kalıcı hale getirilmesi gerekiyor. Bu konudaki organizasyonun çok iyi yapılması lazım. Bizde, bu tür meseleler hararetli olduğu zaman çok iyi konsantre olunur. Tıpkı birinci dalgayı çok güzel bastırdığımız, bu süreci dünyanın birçok ülkesinden çok daha iyi yönettiğimiz gibi. Ancak sonrası aynı heyecan ve başarı ile getirilemez. Bu genel kabulün pandemi sayesinde yanlışlanmasını bekliyorum ben. Bundan sonra, araştırıcılar arasındaki iş birliklerinin daha kurumsallaşmış bir şekilde yürütülebilmesi noktasında ben son derece umutluyum.
Diğer yandan Özgür hocanın söylediğini önemsiyorum; Türkiye’de insan kaynağı gerçekten iyi ama Türkiye’de ne yazık ki bilim ve bilimsel araştırma çok itibar gören bir şey değil. Bu salgın sayesinde bilimsel araştırmaların, bilimsel düşüncenin itibarı arttı. Bu da salgının bize kazandırdığı önemli bir avantaj. Bunun hükümet politikası olarak hep gündemde tutulması ve genç neslin bilime özendirilmesi gerekiyor. Buna yönelik yapılabilecek çok şey var. Gençleri bilime özendirmek için onlara daha iyi olanaklar sağlamamız gerekiyor. Bizi bilime özendiren çocukluğumuzda, ilk gençliğimizde dergileri, kursları, yaz okulları sayesinde TÜBİTAK’tır. TÜBİTAK’ın bu konuda yıllara dayanan büyük bir tecrübesi var. Bundan faydalanmak gerekir.
PROF. DR. AYŞEN BAYRAM: Türkiye’de bilim insanlarının ne kadar kıymetli olduğu bu konuda daha da vurgulandı. Evet ben eminim ki halkımızı yurt dışından gelen aşı çalışmaları heyecanlandırıyor ama esasında Türkiye’de yapılan çalışmalardan bir sonuç bekliyor olmaları. Çünkü Atatürk’ün dediği gibi halkımız da Türk hekimlerine kendilerini emanet etmek, onları geliştireceği aşılarla aşılanmak istiyor.
PROF. DR. DERYA UNUTMAZ: Turkishtime ekibine ve SANKO Üniversitesi’ne teşekkür ediyorum. Coronavirüs salgını çok büyük bir felaket ama aynı zamanda da fırsatların oluştuğu bir ortam haline geldi. Biz ülke olarak bunu çok büyük bir fırsata dönüştürebiliriz. Burada iki önemli konu var. Biri insan pontansiyeli, o da Türkiye’de mevcut. İnsan potansiyeli olarak kesinlikle çok çok ileri düzeydeyiz. Bunun değerlendirilmesi önemli bir konu. Onları heyecanlandırmak ve desteklemek lazım ki, bu konumda olan gerçekten çok öğrenci var. Bir diğer konu da; Türkiye’deki sağlık sistemi son derece iyi. Bu süreçte bunu çok daha iyi anladık. Bu da bizim için çok önemli bir avantaj.
Bunun üzerine bir de biyoteknolojinin geliştirilmesini - artık tıp da bu yöne doğru gidiyor- eklediğimizde gerçekten iyi bir yerdeyiz. Sadece coronavirüsle alakalı değil ama bütün hastalıklar için kişileştirilmiş tıp, yapay zeka, ileri biyoteknolojik hem teşhis hem de tedavi yöntemleri bakımından büyük bir fırsat.
Burada aslında TÜBİTAK’ın liderliğindeki destek, kritik derecede önemli. Ama şunu da belirtmek gerekiyor; rekabetçi bir ortamın oluşması gerekiyor. Yani rekabetçi derken bu biraz savunma sanayindeki sisteme benzetiliyor ama savunma sisteminden farklı. Çünkü orada kendi ülkenizi korumanız için belli yerlere ilelebet destek vermeniz lazım. Halbuki biyoteknolojide bu konuda birbiri ile bazen çarpışacak özel kuruluşların desteklenmesi önemli. Aynı zamanda bilimsel yönden rekabetçiliğin olması kaliteyi çok daha yükseltecektir.
Burada klinik araştırma da kritik derecede önemli. Aslında Türkiye’de müthiş bir atıl kapasite var. Sağlık sistemi bu kadar iyi olan, bu kadar hastaneleri bulunan bir ülke olan Türkiye’de yapılan faz çalışmaları bence çok yetersiz. Burada halkın da bazı yanlış algılamaları söz konusu. Keza aşı denemelerinde de bunu gördük. Bu konuda bir alt yapının oluşturulması gerekiyor. Bu alt yapının oluşturulması için de sağlık alanında emek veren kişilere bir değerin verilmesi gerekiyor.
Sonuç olarak bu süreci bir fırsata dönüştürebiliriz. Bu, bir ekip işidir ve parçalarının hepsinin bir arada olması gerekiyor. Özel sektör, kamu, üniversitenin hep birlikte çalışıp, aynı zamanda rekabetçi bir ortam da oluşturarak geliştirilmesi ve uzun vadeli olunması çok önemli. Çünkü biyolojik sistemde gerçekten uzun vadeli yatırım isteniliyor.
DEMET RUSS: Öncelikle SANKO Üniversitesi’ne ve Turkishtime’a bu faydalı buluşmayı gerçekleştirdiği için teşekkür ediyorum. Ayrıca tüm sağlık çalışanlarına bu süreçte ortaya koydukları emek için teşekkür etmek istiyorum.
Ben biraz da insan potansiyelinden söz etmek istiyorum. Ülkemizde gerçekten çok güçlü bir insan potansiyeli olduğunu düşünüyorum. Ama bu potansiyeli daha verimli ve daha etkin kullanmamız gerekiyor. Dünya çapında bilim alanında adımız daha çok geçebilir. O nedenle umuyorum ki koronavirüsün getirmiş olduğu bu etkileşim ve network bize bu alanda da yardımcı olacaktır.
Az önce savunma ve sağlık sistemlerinden söz ettik. Burada bir konuya dikkat çekmek isterim. Sağlık sistemi, savunma sistemine göre daha küresel bir sistem. Savunma sanayiinde kendi kendine yeterlilik geçerli bir hedefken, bir ülkenin binlerce ilacı tek başına geliştirip üretmesi mümkün olmadığından, ilaç sanayii daha ziyade “karşılıklı bağımlılık ilişkisi” üzerine kuruludur. Nitekim en büyük ihracatçılar aynı zamanda önemli ithalatçılar durumundadır.
Eğer sağlık sektöründe orijinal ilaçlar üreten bir ülke olmak istiyorsak, klinik araştırmaları destekleyecek bir ekosistem oluşturmalıyız. İlacın ticari bir değere ulaştırılıp Türkiye’den ihraç edilebilir bir niteliğe dönüşmesi için, öncelikle klinik olarak etkin ve güvenli olduğunun kanıtlanması gerekmektedir. Bu, klinik çalışmalarla gerçekleştirilebilir. Türkiye’de bugün Faz-2, Faz-3 çalışmaları yapıyoruz. Faz-1 çalışmalarının da yapılabilmesini desteklememiz gerekiyor. Faz-1, temel araştırmalar ile klinik araştırmaların bağlantısının kurulduğu çok kritik bir aşama. Bilimsel ve ticari açıdan bu bağlantı noktasını nasıl kuracağımıza odaklanmamız, ülkemiz için hayati önem taşıyor. Diğer taraftan, Türkiye’den çıkacak olan orijinal bir ilacın dünya pazarına ulaşması için regülasyonları da küresel standartları düşünerek oluşturmamız önemli. Son olarak tekrarlamak istiyorum ki, koronavirüs sayesinde başlattığımız kamu, özel sektör, akademi ve startup’ların iş birliği içinde olduğu güçlü ekosistemi desteklemeyi sürdürerek sağlık sektörünü daha iyi noktalara taşıyabiliriz.
PROF. DR. AYŞEN BAYRAM: Tüm katılımcı hocalarıma, sağlık sektörünün değerli isimlerine, bilim insanlarına ve özellikle de TÜBİTAK Başkanımız Prof. Dr. Sayın Hasan Mandal hocama değerli katkıları için teşekkür ediyorum. Bu toplantıyla COVID-19 Ar-Ge stratejilerinde almamız gereken yol hakkında önemli ipuçlarına sahip olduk. Neler yapılması gerektiği kadar neler yapılmaması gerektiğini de öğrendik. Bu anlamda sayın hocalarıma çok teşekkür ediyorum. Kapanış konuşmasını yapmak üzere son sözü SANKO Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sayın Güner Dağlı hocama veriyorum.
PROF. DR. GÜNER DAĞLI: Bugünkü toplantımızda genel anlamda analog teknolojilere aşina bir nesil olarak, gençlerin önünü açabilmek ve onlardan da geri kalmamak için neler yapabileceğimizi tartıştık.
Sayın Hasan Hocamın vurguladığı gibi bugün tüm dünyanın yaşadığı sıkıntıları, fırsata çevirmek demiyorum ama kazandığımız bu enerjinin nasıl devamlılığını sağlarız ve Türkiye’nin önünü nasıl açabiliriz diye düşündük ve bu toplantıyı düzenledik. Savunma sanayinde birçok güzel fırsat doğdu ve yaratıcı bir ekosistem oluştu, genç insanlara yönelik güzel bir kümeleşme fırsatı sağlandı. Sağlık Ar-Ge’sinde de benzeri fırsatları sağlamak adına neler yaparsak bu gençleri bir araya toparlayabiliriz, multidisipliner yaklaşımı yakalarız bunları düşünmemiz önemli. Ve az önce bahsettiğim gibi kazandığımız bu enerjiyi daha uzun soluklu hale nasıl getirebiliriz diye konuştuk.
Başta Prof. Dr. Sayın Hasan Mandal Hocam olmak üzere tüm katılımcılara bu yoğun tempodaki çalışmalarından bize vakit ayırdıkları için çok teşekkür ediyorum. İyi ki varsınız, iyi ki varız…
Toplantının sonuç raporunu buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.
COVID-19 ILE MÜCADELEDE SAĞLIK SEKTÖRÜNÜ GELECEĞE TASIYACAK 10 PARAMETRE
1- Yeni iş birliği modelleri ihtiyacı
Uzmanlar, tek tek merkezler bazında çalışmalar yürütmek yerine yeni iş birliği modellerine giderek birlikten güç doğacağı noktasında hem fikir. Araştırma merkezlerinin altyapı ve deneyimlerinin belli alanlarda yoğunlaştığını, bu nedenle geniş kapsamlı ve büyük ölçekli çalışmaların tek bir merkezde yapabilmesinin zor, hatta imkansız olduğuna ve merkezler arasında iş birliklerinin önemine dikkat çeken bazı uzmanlar, örneğin şu anda laboratuvarlarında virüsle ilgili çalışmalarını sürdürdüklerini fakat hayvanlara dair deney aşamasına gelindiğinde başka merkezlerle iş birliği yapmalarının kaçınılmaz olduğunu belirtiyor. Bu noktada yeni iş birliği modeline gidilerek tüm merkezlerin birbirleri ile çalışmasının gerektiği vurgulanıyor.
2- Belli bir kapasitenin belli dönemler için oluşturulması
COVID-19 sürecinde maske konusunda batının yaşadığı sıkıntılara benzer sıkıntıların Türkiye de dahil olmak üzere tüm dünyada çok basit malzemeler için de yaşadığını belirten uzman isimler, plastik malzemeler, temel enzimleri bulmakta güçlük çekildiğini ifade ediyor. Bu bağlamda pandemi dönemi atlatıldıktan sonra bu konuların gündeme alınıp, sadece yenilikçi araştırmaların desteklenmesi ile yetinilmeyip, belli temel alanlarda üretim kapasitelerin bu tarz dönemler için oluşturulması, bir yerde bekletilmesi gerektiği belirtiliyor. Pandemi dönemleri gibi özel dönemlere girildiğinde, bu yedek kapasitelerin hızla devreye girmesi o anki sorunla mücadelelerin başarısı ve kesintiye uğramaması açısından önemli bir konu.
3- Planlamanın doğru yapılması
Pandemi süreci ile birlikte Türkiye’nin hem aşı çalışmalarında hem ilaç çalışmalarında bilgi birikimi ve bilgi yükü yüksek olan insan kapasitesinin olduğu görüldü. Sahip olunan ve yeni burs programları aracılığıyla hızla akışa çevrilen bu potansiyelden gelecekte de etkin bir şekilde yararlanmaya devam edilmesi için planlama süreçlerine olan ihtiyaç artıyor.
4-Mükemmeliyet merkezlerine duyulan ihtiyaç
COVID-19 süreciyle birlikte hem Ar-Ge projelerinin fonlanması, hem de bu konuda yetişmiş insan gücüne katkı sağlanması için ciddi anlamda mükemmeliyet merkezlerinin geliştirilmesi gerekiyor. Uzmanlar, bununla ilgili bakanlıklar arası ciddi bir koordinasyonun oluşturularak, özellikle bulaşıcı enfeksiyon hastalıkları ile ilgili icracı bir kurumun olması gerektiğinin COVID-19 ile birlikte net bir şekilde açığa çıktığını belirtiyor. Mükemmeliyet merkezleriyle birlikte, doğrudan Cumhurbaşkanlığı’na bağlı Sağlık Sanayi Müsteşarlığı (veya Başkanlığı) kurulup, savunmada alınan mesafenin benzer şekilde sağlık teknolojilerinde alınabileceğinin altı çiziliyor.
5-Genç neslin bilime özendirilmesi
Türkiye’de ciddi bir yetişmiş insan potansiyali bulunurken bu potansiyelin bilim ve bilimsel araştırma kariyerlerine daha fazla yönlendirilmesi, kariyer itibarının da artırılmaya devam etmesi yüksek önem taşıyor. Bu salgının Türkiye’ye açısından önemli bir katkısı; bilimsel yaklaşım ve bilimsel araştırmaların öneminin toplumun geniş kesimleri tarafından kavranmış olması. Bunun hükümet politikası olarak hep gündemde tutulması gerektiği belirtilirken genç neslin bilime özendirilmesi ve olanaklar hakkında farkındalık oluşturulması gerekiyor.
6-Uzun ve sürdürülebilir Ar-Ge stratejilerinin ortaya konulması
Rekabetçi bir ortam oluşturarak ürünlerin geliştirilmesi ve sürdürülebilirliğin sağlanması son derece önemli. Geliştirilecek ürünleri de sadece ilaç ve aşı özelinde düşünmemek, ülke nezdinde maske ve solunum cihazları da üreten, geliştiren ve bu konunun sürekli olarak Ar-Ge’sini de yapan, kendine yeter bir ülke olmamız gerekiyor. Çünkü biyolojik sistemler tehditlerin saptanması ve engellenmesi için uzun soluklu yatırım ve deneyimlerin yanı sıra sürekli gözlem ve izlem gerektiriyor.
7-Birlikte geliştirme modelinin benimsenmesi
Ar-Ge ve yenilik süreçlerinde gerçekleşen dönüşüm dikkate alındığında birlikte geliştirmeye dayalı birlikte iş yapma yönteminin önem kazandığı görülüyor. Küresel salgın sürecinde aşı ve ilaç odağında oluşturulan COVID-19 Türkiye Platformu’nun ekosistemde birlikte geliştirme ve birlikte başarma için güzel bir kazanım olduğu anlaşılıyor. Önemli bir seferberlik içeren bu modelin diğer sektörler boyutunda da gerçekleştirme çabaları söz konusu. COVID-19’a karşı toplumu güçlendiren bilimsel ve teknolojik çözümler ve küresel salgının gelecekte gündeme getireceği yeni alanlara bakıldığında bir takım yeni teknolojilerin de ön plana çıktığı görülüyor. Bu alanlarda da elde edilecek başarının yine birlikte geliştirme yaklaşımına dayalı olacağı öngörülüyor.
8-Yüksek standartlarla küresel bakış açısı
Türkiye’den çıkacak olan orijinal bir ilacın dünya pazarına ulaşması için küresel proje ve çalışma ağları ile ortak çalışmaların artırılması artık bir gereklilik haline geldi. Bu anlamda dünya çapında düşünülerek, küresel anlamda ihracata yönelinmesi için gerekli adımların atılması lazım. Dünya çapında bir oyuncu olabilmek için de yüksek kalite ve standartlardan ödün verilmemesi son derece önemli.
9-Tüm paydaşların içinde olduğu güçlü bir ekosistem
Şu anda coronavirüs sayesinde başlatılmış olan daha güçlü iş birliğini sürdürmek son derece önemli. Kamu, özel sektör, akademi ve start-up’ların olduğu güçlü bir ekosistemi sürdürerek sağlık sektörünün daha iyi noktalara taşınabileceğine vurgu yapılıyor.
10-Geleceğe yönelik sağlam bir alt yapının oluşturulması
COVID-19 ile birlikte hızlanan aşı çalışmalarının sonraki adımında bu aşıların daha iyi geliştirilmesi, bir sonraki adımında ise bunların üretimi konusunda da gereken alt yapının oluşturulması ciddi önem taşıyor. Bu alt yapının oluşturulması demek, ileride diğer aşıları da üretebilecek hale gelmemiz anlamına geliyor. Örneğin grip aşısı yapabilecek durumda olmamız anlamına geliyor.