Sağlık Sektörünü Geleceğe Taşıyacak Ar-Ge Stratejileri

turkishtime

SANKO Üniversitesi ve Turkishtime’ın iş birliğinde düzenlenen “Sağlık Sektörünü Geleceğe Taşıyacak Ar-Ge Stratejileri” toplantısı sağlık sektöründen paydaşları bir araya getirdi.

Online Ortak Akıl Toplantısı’nda; Ar-Ge faaliyetlerine, her zamankinden daha fazla ihtiyacımızın olduğu şu dönemde, özellikle sağlık sektöründe yürütülecek yenilikçi yaklaşımlara, eskisinden daha fazla ihtiyaç duyulduğuna dikkat çekildi. Aşı, tanı ve teşhis gibi alanlarda yapılacak çalışmalara en derinden gereksinim duyulan pandemi sürecinde, sağlık sektöründeki tüm paydaşların bir araya gelerek, bitmeyen felaket olarak yorumlanan COVID-19’a karşı birlikte mücadele etmesi gerektiğine dikkat çekildi. Tıpta araştırmaların desteklenmesi için başta hayvan deneyleri olmak üzere altyapıları destekleyici girişimlerin yapılması gerektiği vurgulanırken sağlık sektörünü çevreleyen ekosistemin etkin ve inovasyona elverişli hale getirilmesi için hedeflenen ürün ve hizmetlerde disiplinlerarası çalışılması gerektiği üzerinde duruldu.

Toplantının sonuç raporunu ve "Sağlık Sektörünü Geleceğe Taşıyacak 10 Parametre"yi sayfa sonunda bulabilirsiniz.

Toplantıda konuşulanların tam metnini aşağıda sizlerle paylaşıyoruz.

PROF. DR. GÜNER DAĞLI: Turkishtime ile ortaklaşa düzenlediğimiz “Sağlık Sektöründe Ar-Ge Stratejileri” konulu Ortak Akıl Toplantımıza hoş geldiniz. Değerli vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederiz. Aslında bu toplantının hazırlığına Ocak, Şubat aylarında başladık ve Nisan, Mayıs aylarında Gaziantep’te yüz yüze gerçekleştirmeyi planlıyorduk. Konu olarak ise yapay zeka ve bunun radyolojide kullanımı, sağlıkta yapay zeka ve diğer alanlarda kullanım şekli gibi düşünmüştük. Yine bu doğrultuda robotların hastane servislerinde kullanımı gibi konuları tartışmayı düşünüyorduk.

Pandemi koşullarında hakikaten çok büyük, çok güçlü devletlerin ve laboratuvarların ne gibi zorluklar çektiğine hepimiz şahit olduk. Tüm dünyayı neredeyse esir alan bu virüs bize, araştırma ve geliştirme faaliyetlerine her zamankinden daha fazla, özellikle sağlık sektöründe yürüteceğimiz yenilikçi yaklaşımlara eskisinden daha farklı, daha esnek ve daha hızlı yaklaşımlara ihtiyaç duyduğumuzu bir kez daha gösterdi Dolayısıyla ülkemizin ve dünyamızın içinde bulunduğu zorlayıcı salgın koşullarının ancak bugün düzenlediğimiz benzeri toplantıların sonucunda ortaya konacak fikirler ışığında hafifletilebileceği kanaatindeyim.


Bugün sizlerle öncelikli olarak “Sağlık sektörünü, geleceğe taşıyacak olan Ar-Ge stratejileri”ni tartışacağız. Daha doğrusu ortak akıl oluşturmaya çalışacağız. Eksponansiyel şekilde, takibi çok zor bir hızla gelişen teknolojiler, eskiden farklı olarak yalnızca belirgin alanları değil, sektörel ve bilimsel her dalı aynı anda etkileyebilecek bir güç haline geldi. Mobil cihazlarımızda bir adrese ulaşmak için başvurduğumuz akıllı asistanlar aynı zamanda nabzımızı ölçerek yerimizi tespit ederek, ilgililere haber verebilir duruma geldi. Bu örnek bile analog bir dünyaya doğmuş bizler için adapte olunması zor şartlar yaratırken, öğrencilerimizin ve genç araştırmacıların bu teknolojilerin çok daha ilerisini hayal edebiliyor olması umut vericidir. Onların hayallerine ayak uydurmaya çalışırken biz karar vericiler bazen, geride kalabiliyor ve yeniliklere ayak uydurmakta geç kalabiliyoruz. Tüm bu ve benzeri sebeplerden ötürü bugün gerçekleştireceğimiz ortak akıl toplantısında yenilikçi ve esnek stratejileri göz ardı etmememiz gerektiğini düşünüyorum. Gençlerimize, araştırmacılarımıza, bilim insanlarına ne kadar aydınlık bir yol sunabilirsek, geleceğimizin de o kadar gelişmiş ve parlak olacağı açıktır. Bu toplantı vesilesiyle, insanlık ve hastalar için hayatını kaybeden tüm sağlık personelini rahmetle anıyor ve tüm çalışan ekip arkadaşlarıma kolaylıklar diliyorum. Sağlık sektöründeki Ar-Ge destekleri büyük ölçüde devlet tarafından karşılanmaktadır ancak bunun yanında çeşitli sivil toplum kuruluşları, ticaret odası, sanayi odası ya da direkt şirketler üzerinden nasıl bir destek verilebilir? Bunların değerlendirilmesi, yeni ihtiyaçlar ve çözüm önerileri neler olabilir?

PROF. DR. GÜNER DAĞLI-SANKO Üniversitesi Rektörü / Moderatör


Az önce söylediğim gibi pandemi çok farklı alanlar yarattı, çok farklı görüş açıları sundu bize. Hakikaten psikolojimizi ve hayata bakış açımızı değiştirdi. Bunu fırsata çevirip, Türkiye olarak sağlık sektöründeki Ar-Ge stratejilerinde bundan sonraki yıllarda, genç araştırmacıların önünü açmak için neler yapabiliriz? Bunları tartışmak istiyoruz.

PROF. DR. FEZA KORKUSUZ: Bu toplantı, gerçekten önemli bir buluşma oldu. Ben bir hekimim, ortopedi ve travmatoloji uzmanıyım. Hacettepe Üniversitesi'nde öğretim üyesiyim. Aynı zamanda TÜBİTAK'ta Başkan Danışmanlığı yapıyorum. Kayıtlara geçmesi açısından sayın rektörüm izin verirseniz, sağlığı şöyle tanımlamamızın doğru olduğunu düşünüyorum. Beden, ruh ve sosyal iyilik hali olarak tanımlıyoruz sağlığı. Bir taraftan fizyolojik iyilik ön plandayken, diğer taraftan psikolojimiz de sosyal yapımız da çok önemli. Şimdi SARS-Cov-2 ya da yaygın kullanımıyla COVID-19 yine belirttiğimiz gibi tüm dünyada sağlık sisteminin, dolayısıyla sağlık sektörünün dayanıklılığını sorguladı. Peki biz burada ne kadar hızlı yanıt verdik, neler yapabildik, onlara bakmak gerekiyor.

PROF. DR. FEZA KORKUSUZ - Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Spor Hekimliği Anabilim Dalı Başkanı/ TÜBİTAK Başkan Danışmanı

TÜBİTAK Başkanımız Prof. Dr. Sayın Hasan Mandal da sanırım öğleden sonraki konuşmacılarımızın arasında olacak. O da mutlaka değinecektir. Olağanın dışında bir eylem planıyla COVID-19 konusu ele alındı. TÜBİTAK, bunu hem sanayi boyutuyla hem akademik boyutuyla inceledi. Akademik boyutta 14 üniversite ve dört özel kuruluşun aşı ve ilaç çalışmaları var. Sanayi boyutunda hızlı tanı kitinden, cihazların geliştirilmesine kadar önemli destekler verildi. Yine asli görevimiz olan sosyal alanlarda bir çağrı açıldı. Tüm bunların ortak özelliği şöyle; TÜBİTAK'ın konvansiyonel değerlendirme süreçlerinin çok ötesinde büyük bir hızla ve çok kısa sürelerde yanıt alabileceği stratejiler izlendi.


Aslında bir anlamda pandemi ile mücadele, hızlı bir uyumu gerektiyordu ve kamu kuruluşlarında başta TÜBİTAK’ın bunu güzel bir şekilde ele aldığı ve yönettiği kanaatindeyiz. Şimdi burada daha başka ne yapılabilir? Bizim tüm derslerimizde şu öğretilir sağlık sektörünün belirsizliği veya bilinmezliği vardır. Yani ne zaman, ne kadar büyük bir güç ile sağlık sektöründe atılım yapmak gerektiğini ne yazık ki pandemiler belirliyor. Pandemi yüz yıllardır konumuz olmuş fakat çok çabuk unutuyoruz. Şimdi burada sağlığın bir önemli parametresi daha var. Bunu da kayıtlara geçmesi için söylüyorum.

Sağlık öncelikle kimseye zarar vermemeyi gerektirir. Yani yaptığımız ne iş olursa olsun bir Ar-Ge çalışması insan sağlığına, asla ve asla zarar vermemeli diye düşünüyoruz. Kamu kuruluşları ile üniversitelerin ve özel sektörün çok hızla entegre olarak sorunları çözmesine fırsat tanınması gerekiyor. Burada belki bizim akademimizin, kurumlarımızın hassasiyetine toplumun uyumu geride kaldı. Bunu pandemi özelinde söylüyorum, bu da bir parça eğitim düzeyiyle orantılı.

PROF. DR. GÜNER DAĞLI: Günümüzde bilginin yarılanma süresi 8-10 yıla indi derken çok iyi bildiğimiz, çok başarılı işler yaptığımız sağlık alanında bile pandemi nedeniyle neredeyse Orta Çağ şartlarına döndük. Maskelerden, hangi maskenin daha koruyucu olduğundan, nasıl geçirgen olduğundan söz eder hale geldik. Bu durum bize bir yandan çok farklı fırsatlar sundu. Bu noktada sağlık sektöründeki Ar-Ge stratejimiz ne olmalı? Gençlerin önünü açmak için nasıl bir esneklik sağlayabilirizi konuşmalıyız. Bu, sadece pandemiyle ilgili değil farklı alanlarda da olabilir. Gündem maddelerimizi konuştukça, bu konuları daha fazla ele alarak ilerleyeceğiz. Ancak şunu da hemen belirtmek isterim ki, bu konuda batı ülkeleri ile aramızda epey mesafe var. Bu mesafeyi nasıl kapatabiliriz? Evet Sayın Feza Hocam bu bağlamda soruların yanıtlarını sizden dinleyebilir miyiz?

PROF. DR. FEZA KORKUSUZ: Bu soruyu sorduğunuz için teşekkür ederim. Öncelikle pandemiyi doğru yorumlamak gerek. Bizim sosyal alanlarda çalışan bir arkadaşımız pandemiyi “bitmeyen felaket” olarak tanımladı. Bitmeyen felafet denilen bu süreçte ülkeler kendi içlerine kapandı. Bu durumda kendi kendine yetebilme durumu son derece önem kazandı. Biz bu süreçte anladık ki, ham maddede dışa bağımlılık önemli bir sorun. Bunu azaltmak üzere bazı tedbirlerin alınması gerekiyor. Mesela kimya endüstrisi hızla gerekli olan dezenfektanlarının bu süreçte tedarik etti, hemen hepimiz bunları hastenelerimizde günlük yaşantılarımızda kullanıyoruz. Yurt dışına göre çok daha güçlü olduğumuz bir alan da tekstil. Bu konuda da hızla önlem alıp gereksinimlerimizi sağlamayı başardık. Bundan sonra tekstil ve kimya endüstrisinin ham madde gereksinimini zamanında iyi bir şekilde kendimiz sağlayabilirsek, o zaman işin boyutu değişecektir. Ve burada gelişecek bir alan söz konusu. Bu sadece Ar-Ge değil. Ar-Ge'nin de ötesinde bazı stratejilerin de devreye sokulması gerekiyor. Yine güçlü olduğumuz bir alan; örneğin hastane ekipmanlarını büyük oranda üretebildik. Ancak yüksek teknoloji gerektiren ultrasonografi ve bilgisayarlı tomografi gibi cihazlarda yurt dışına bağımlıyız. Gerçi bunlar elimizde yeterince var.

Geçenlerde kendim bir ultrasonografi cihazı aldım bunu özellikle altını çizerek söylüyorum; fiyatı 2 bin dolar. Aslında bu cihazın fiyatı çok daha ucuz, burada yazılıma para ödüyorsunuz. Yani 1 lira cihaza, 9 lirayı yazılıma ödüyorsunuz. Halbuki biz yazılımda da çok güçlüyüz. Bu anlamda yazılım da önemli bir konu. Ultrason niçin önemli? Bu pandemi döneminde şunu gördük biz, ultrason ile COVID'in gerekirse hasta başında tanısını koyabiliyoruz. Yapay zeka ile yani bir yazılım ile yüzde 98 oranında ultrasonografi ile bu hastalığın tanısını koyabiliyorsunuz. Hastaya zarar vermeyen bir teknoloji ultrasonografi, sahaya taşınabilir cep telefonu ile görüntü alabiliyorsunuz. İş yazılıma geliyor ve bunu yapabilecek güce sahibiz. Ancak ultrasonografi cihazının piezoelektirik sinyalini üretebilen teknoloji söz konusu olduğunda ne yazık ki biz bunu halen üretemiyoruz. Kilit cümle şu olabilir; hepimizin bildiği gibi savunma sanayiine uzun yıllardan beri çok önem veriyoruz. Bugün de ayakta durabilmemizin en önemli parametrelerinden birisi savunmada güçlüolmamız. Ama görülen o ki pandemi bize bunu gösterdi; saldırı bir tek savaşlarla, silahlarla, topla, tüfekle olmuyor. Bir virüs girdiği zaman tüm ülkeleri yerle bir ediyor. O zaman ne yapmamız gerekiyor? Savunma sanayimizin aldığı özel desteklerin sağlığa da açılması gerekiyor. Burada kim devreye girebilir diye sorduğunuz zaman; risk sermayesinden melek yatırımcılar devreye giriyor. Ülkemizde bununla ilgili çalışmalar olmakla birlikte, henüz yeterince güçlü değil. Risk sermayesi dediğiniz zaman ne yazık ki bunu bir kredi verme şeklinde anlıyor bankalar. Burada 10 projeden bir tanesi başarılı olabilecektir. Dokuz tane proje başarılı olamayabilir. Bu riski de ekonominin, finansal sektörün karşılaması doğru olacaktır kanaatindeyim.

PROF. DR. GÜNER DAĞLI: Ar-Ge çalışmaları daha çok devlet tarafından destekleniyor. Halbuki Batı ülkelerine baktığımızda çok farklı destek alanlarının olduğunu görüyoruz. Az önce Sayın Feza Hocamın da söylediği gibi melek yatırımcılık aracılığıyla özel sektör de bu desteklerde bulunabiliyor. Ar-Ge çalışmalarına esneklik ve hız kazandırabilmek için gelişmiş ülkelerin yaptığı uygulamalardan neleri almalı ya da adapte etmeliyiz?

PROF. DR. MELİH BULUT: SANKO Üniversitesi'ne ve Turkishtime'a bu organizasyon için teşekkür ediyorum. Hakikaten tıpta inovasyon deyince ilk akla gelen üniversite SANKO Üniversitesi. Kimse bu işleri bilmiyorken, duymuyorken siz çok ciddi kaynaklar ayırıp, çok önemli toplantılar yaptınız. Ve hepimizi uyandırdınız.

Ben çocuk cerrahisi uzmanıyım. Yani sahada çalışan aktif bir hekimdim ve aşağı yukarı 2-3 senedir sağlıkta inovasyon ekosistemi ile tanışma fırsatı buldum. Bu biraz da sizin sayenizde. Gördüğüm şu oldu: insanların birbirinden haberi yok. Yani sağlık sektörü inovasyonculardan habersiz, inovasyoncuların sağlıkta ne olup bittiğinden haberi yok. Regülasyonlardan haberi yok. Şimdi bir kere bunun nedenlerini kendime sordum. En başta gördüğüm şu oldu: Özellikle Amerika'nın belli bir bölgesinde belli bir tarihsel kesimde, belli bir ekonomik düzen içerisinde gelişmiş bir hadiseyi alıp, Türkiye'ye aynen adapte etmişiz. Silikon Vadisi'nde olan biteni alıyoruz Türkiye'ye getiriyoruz ve burada bunun çalışmasını bekliyoruz. Keza bu çalışmadı. Şimdi buradan hareket etmek lazım. Bu neden değişmiyor? Eskiden bir sloganımız vardı; “Sistemden beslenenler sistemi değiştiremezler”. O sistemi aslında burada bulunan bizler oluşturuyoruz. Yani bu sektörde ağırlığı olan insanlar. O zaman bizim üstümüzde çok ciddi bir görev var. Pandemide neleri başardık, başaramadık bu ayrı bir hikaye. Hepimiz çok iyi biliyoruz. Bir kere gençlerin tek başlarına kuluçka merkezlerinde mentorlarla sağlıkta bir şey yapmaları mümkün değil. Sağlıkta münhasır kuluçka merkezlerine ihtiyacımız var. Sizin gibi sağlık bilimleriyle münhasır ilgilenen üniversitelerin bu işle ayrıca uğraşmasına ihtiyaç var. Yani girişimci ve üniversite bir arada olacak, hukukçular, halkla ilişkiler uzmanları bir arada olacak ve finansörler olacak. Şimdi sağlık sektöründe belki de dünyanın parası kazanıldı. Ama bunlar inovasyona yatırım yapmıyorlar, ben bu işle çok uğraştım çok arkadaşlarımı ikna etmeye çalıştım. Girmediler bu işlere. Hastane sahiplerini bu noktada ikna etmemiz lazım. Artık hastanecilikten ne Türkiye'de ne de dünyada para kazanılmaz. O dönem geride kaldı, şimdi farklı bir dönemdeyiz. Coronavirüs bunların hepsini bitirdi ve önümüzde yeni bir dönem açıldı. Buna göre hızlanmamız lazım. Bu arkadaşlara da yani sağlıktan şimdiye kadar para kazanmış müteşebbislere de diyeceğiz ki; "Siz artık inovasyona yatırım yaparak para kazanabilirsiniz." Bu noktada devlete düşen çok görev var.

Şimdi biz bir taraftan ekosistem kurmaya çalışıyoruz ama bu ekosistemde gelişecek, yeşerecek olan kimselere iyi örnek gösteremiyoruz. Cihaz sektörü bu kadar can çekişirken, hastanelerin yüzde 50'si batmış diğerlerinin ne olduğu belli değilken savunma sanayii ile karşılaştırmalara gitmek doğru değil. Savunma sanayii ile sağlığı bir arada düşünmek son derece yanlış. Bir tanesi öldürmeye yönelik bir tanesi hayatta tutmaya. En başta bu var. İkincisi regülasyonlar. Bizde dünya kadar regülasyon var. İntramüsküler enjeksiyon için dünyanın farklı regülasyonu var. Savunma sanayinde böyle şeyler yok. Üçüncüsü, alım garantisi. Bakın adamlar cihaz veriyorlar ama parasını alamıyorlar. 16 aydır, 18 aydır, üç yıldır bu böyle devam ediyor. Şimdi böyle bir durumda savunma sanayii ile karşılaştırma olur mu? “Sağlık sektörü savunma sanayisi kadar olamıyor” deniliyor. Bu çok yanlış.

Bir başka konu, sağlık STK'ları inovasyonla ne kadar ilgili? İlgili değil, bunları ikna etmemiz lazım. Medikal enflasyon yani sağlıktaki pahalılıkla mücadelenin yolu da inovasyondan geçiyor. Bunu da artık anlatmamız lazım. Sağlık sektörü 8 trilyon dolardan fazla harcıyor. Artık buna hiçbir ülkenin tahammülü yok. O yüzden gelecek yeni teknojilerin, daha ucuza üretilmesi gerekiyor. Birinci şart ucuzluk. Yani bu ters gelebilir ama artık medikal enflasyonla mücadele çok mühim. İç pazar bize yeterli değil. Mutlaka ihracata yönelmesi lazım. Bu bizim için de bir şans. İhracatta da inovasyon olacak mutlaka, iş birliği olacak. “Üç İ” diyorum ben buna; İnovasyon, İhracat ve İş birliği. Bunlar bir arada olmazsa başarı mümkün değil. Bunu hangi örgütlenme modeliyle yapacağız? Bir tarafta üniversite bir tarafta büyük kurumlar, bir tarafta girişimci. Bu kooperatifleşme ile olur.

İyi bir yönetim olmadan hiçbir şey olmaz, bu da kooperatifleşme modeli ile mümkün. Sağlıkta kooperatifleşmenin şu anda fersah fersah uzağındayız. Ben ekosistemdeki neredeyse tüm genç arkadaşları tanıyorum. Hepsine aylardır söylüyorum, ama daha bir kişi parmağını oynatmış değil. Kooperatifleşme konusunda çok ciddi ısrarım var. Bilim insanlarının artık sadece laboratuvarlarda bilim üretmekle olmayacağının hepimiz farkındayız.

COVID-19 da bize bunu gösterdi. Bilim insanı; bilim iletişimi de yapmalı, girişimci de olmalı, öğrenci de yetiştirmeli. Bunun başka bir yolu yok! Onun için üniversiteler bu yönde çok ciddi çalışmak durumunda. Devlet desteklerine radikal bir önerim var. Devlet desteklerinin mümkün olduğu kadar geç aşamalara kaydırılması gerektiğini düşünüyorum. Onun için üniversiteler bu yönde çok ciddi çalışmak durumunda. Mesela Nesrin Özeren aşıyı buldu. Bu aşının ilk başlangıcı için 10 milyon dolar gerekiyor. Kim verecek böyle bir parayı? Bunu ancak devlet verebilir.

TÜSEB macerası yaşadık, hala yaşamaya devam ediyoruz. Beş sene geçti hala bakın enstitü kurulmaya başladığından itibaren arpa boyu mesafe yol alamadık. Şimdi TÜSEB ne olacak? Bütün o araştırmalar ne olacak? Şapkayı da önümüze koyup düşünmemiz lazım. Bu noktada zihniyet dönüşümü şart. COVID-19’da bunu bize yaptıramazsa hiçbir şey yaptıramaz. Onun için bizim gibi önde gelen insanların bu zihniyet dönüşümüne bakmamız lazım.

Sağlıkta inovasyonun önünde bana sorarsanız en temel engellerden biri çok fazla hekim odaklı sağlık hizmeti sunuyor olmamız. Bu da çok fazla merkezileşmeye neden oluyor. Daha farklı bir zamanda ayrıntılı tartışırız ama madem sistem etkin değil ve verimsiz, baştan aşağı bütün tabuları yıkıp bütün paradigmaları yeniden tartışmak ve düşünmek zorundayız. Regülasyonlardan bir nebze bahsetmek istiyorum. Tıbbi Cihazlar Yönetmeliği’ne (MDR) uyum süreci yaşandı, şimdi erteledi. Bugün tıbbi cihaz işi yüzde 85 bir iki firmanın elinde, yani regülasyon koyarken yayalım, sağlık regülasyonsuz olmaz ama ölçülü de olmakta fayda var.


Bilim ve sağlık ile diplomasi çok önemli yani COVID-19 mücadelesinden başarıyla çıkan ülkeler her anlamda çok öne olacak. Türkiye, zaten sağlıkta önder ülkeydi bu benim sloganım, tedavi edilecek klinikte çok iyiyiz. Türkiye’nin her yerinden hasta oluyor ve aslında çok büyük başarılara imza atabiliriz ve buna da mecburuz. Neden derseniz yüksek katma değerli ürüne ihtiyacımız var. 350 - 400 yıllık makus talihimizi başka türlü çözemeyiz. Bugün biliyoruz ki en yüksek katma değerli ürün sağlıkta. Bakteriyi virüsü alıyorsunuz ilaç haline getiriyorsunuz dünyanın parasına satıyorsunuz. Bundan daha büyük bir şey var mı? Savunma sanayii ile Türkiye bir yere gidemez. Bizim esas meselemiz yüksek katma değerli ürün üretmek. Bu da sağlık, yaşam bilimleri ve bu ekosistemle çok alakalı ama ekosistemimiz sorunlu. Hızlı kararlar alıp, çok hızlı uygulamalar yapmalıyız. Bu konuda SANKO Üniversitesi’nin örnek olmasını diliyorum.

PROF. DR. FEZA KORKUSUZ: Melih hocamız çok önemli noktalara değindi ama iki yerde yanlış anlaşılmayı gidermek isterim. Birincisi savunma sanayinde kullanılan yüksek teknoloji sağlıkta da kullanılıyor. Örnek vermek gerekirse manyetik alanı biz sağlıkta da kullanıyoruz. Uzay mekiğinin altındaki seramikleri biz, sağlıkta da kullanıyoruz. Yine tıpta kemik dolgu malzemesi olarak titanyumdan tutun karbona kadar pek çok yüksek teknoloji ürünü savunmada ve sağlıkta ortak kullanılıyor. TÜBİTAK ile ilgili şöyle de bir yanlış algıyı gidermek istiyorum. “TÜBİTAK projemizi reddetti” deniliyor. TÜBİTAK hiçbir projeyi reddetmiyor. TÜBİTAK projeleri değerlendirmek üzere danışman veya bir panelist görevlendiriyor. Bu panelist ve danışmalar da aslında projeleri değerlendirirken çoğunlukla o alanın önde gelen kişilerinden oluşuyor. TÜBİTAK'ın bu konuda belli bir yaptırımı yok yani panelist ya da danışman ne derse TÜBİTAK bunu uyguluyor. TÜBİTAK’ın proje reddetmesi söz konusu değil burada yalnız şöyle bir değişikliğe gittik, bunun da altını çizmek gerekiyor. Panelist algoritması geliştirdik. Yani kişiler geçmişte kendilerini o alanda uzman olarak tanıtıyorlardı. Ben mesela kendimi matematikçi olarak tanıtırım ve TÜBİTAK'a matematikçi olarak girebilirim. Tabii ki ben bir hekimim, ortopedi uzmanıyım matematikle ilgim yok şu anda. Hocalarımızın yaptığı yayınlardan veritabanından bilgi çekerek sizin aslında birikimimizin nerede olduğunu belirleyen, nitelikli ve danışma atayan bir sistemin üstünde çalıştık. Artık panelistler, danışmanlar bu şekilde seçiliyor.

PROF. DR. ERDAL ÇELİK: Öncelikle SANKO Üniversitesi ve sizlere teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Siyasi, sosyal ve ekonomik açıdan çok hızlı değişim ve dönüşümlerin yaşandığı günümüz dünyasında devletler, yürütmüş olduğu politikalarla yaşamın değişik alanlarına yön vermektedirler. Bunların başında sağlık gelmektedir. Bu nedenle sağlık her alanı etkilediğinden dolayı ülkemizde sağlık ve sağlıkla ilgili konular devlet politikası haline getirilmedir. Devlet politikası haline gelen sağlık sektörü bu durumda desteklenmesi çok kolay olur. Sağlık sektöründe Ar-Ge faaliyetleri devlet organları ve çeşitli STK tarafından desteklenmesi kendi paketleri içerisine alınarak destek bulur. Önemli olan bu bilincin aşılanmasıdır. Bir konunun önemi nedenleri ile birlikte kavratılırsa destek paketleri kolayca açılır. Bu durumda sadece devlet organları değil, özel sektör, STK’lar, hayırsever vatandaşlar bile bu konuya eğilir. Devlet organlarından Cumhurbaşkanlık, Bakanlıklar ve alt kuruluşları (TÜBİTAK, KOSGEB, BOREN, Kalkınma ajansları, Genel Müdürlükler, Araştırma Kuruluşları, Üniversiteler, Hizmet sektörleri, vs.), Valilikler ve Belediyeler şeklindedir. Özel sektör (Hizmet sektörleri, Fabrikalar vs.) ve STK’lar (Sanayi ve Ticaret Odaları, Girişimci gruplar) bu konuda istekli olabilir. Diğer yandan hayırsever vatandaşlar da ihmal edilmemelidir. Her birinin desteği ve metodu çok farklıdır. Çok büyük destekler alınmak isteniyorsa bunların güçleri birleştirilmelidir. Büyük desteklerden büyük işler çıkar, küçük desteklerden küçük işler çıkar. Burada da sempatik kanallar kullanılabilir. Sağlık ve ilgili konularda da iddialar, büyük ve etkili projeler olmalıdır.


Dünyadaki ve ülkemizdeki destekler bazı bakanlıklar, TÜBİTAK, KOSGEB, BOREN, Kalkınma ajansları, Araştırma Kuruluşları, Üniversiteler, Hizmet sektörleri, Belediyeler, özel sektörler, STK’lar ve hayır seven vatandaşlar tarafından sağlanmaktadır. Bunlardan bazıları büyük çapta projelerdir, bazıları da küçük çapta. Sistemli projeler ulusal çapta TÜBİTAK, KOSGEB, BOREN, Kalkınma ajansları ve Araştırma Kuruluşları ve uluslararası çapta AB ve ikili işbirliği projeleri tarafından verilmektedir. Bunlar sistemli hakem uygulamaları ile değerlendirilmektedir. Burada yeni ihtiyaçlarda doğmaktadır. Bunların başında da sağlık önemli bir yeri işgal etmektedir. Bu durum pandemi sürecinde çok daha iyi kavranmıştır. Özellikle sağlık temalı destek programların sayılarını artması gerekmektedir.

Ülkemizde başta bakanlıklar olmak üzere, çok çeşitli kurum ve kuruluşlar akademisyenlerin, araştırmacıların, girişimcilerin ve firmaların yararlanabileceği destekler sunmaktadır. Destek veren kurumlara ve desteklere bakıldığında;

  • Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın ‘Özel Sektör Ar-Ge Merkezleri’ ve ‘Teknoloji Geliştirme Bölgeleri’ne yönelik destekleri,
  • TÜBİTAK’ın hibe olarak, akademisyenler, araştırmacılar ve sanayi kuruluşları için Ar-Ge, bilim insanı ve araştırmacı destekleri,
  • Kalkınma Bakanlığı’nın yükseköğretim kurumları ile kamu kurum ve kuruluşlarında araştırma altyapılarının kurulması ve geliştirilmesine yönelik destekler,
  • YÖK tarafından üniversitelerin misyon farklılaşması, ihtisaslaşması ve doktoralı insan kaynağının arttırılmasına yönelik destekler,
  • Maliye Bakanlığı’nın Ar-Ge yapan firmalara yönelik olarak vergi indirimi uygulaması,
  • KOSGEB’in küçük ve orta ölçekli firmaların çok çeşitli altyapı ve işletme ihtiyaçlarını karşılayacak genel destekler, Ar-Ge, endüstriyel uygulama, girişimcilik ve kredi faiz desteği ile firmalara bazı hizmet birimlerinde bulunan laboratuvarlarda test ve analiz hizmetleri,
  • Ekonomi Bakanlığı’nın yurt dışı ve uluslararası fuar, istihdam yardımı, çevre maliyetlerinin desteklenmesi, markalaşma, pazar araştırması ve pazara giriş, uluslararası rekabetçiliğin desteklenmesi, tasarım gibi konularda destekleri yer almaktadır.

  • Görüldüğü üzere, ülkemizde akademisyenler, girişimciler ve sanayi kuruluşları için verilen desteklerin sayısı oldukça fazladır. Bu desteklere ek olarak doğrudan Ar-Ge faaliyetlerine yönelik olmamakla birlikte, sanayinin gerek yerel gerekse uluslararası rekabetçiliği etkileyen çeşitli destekler BSTB, Ekonomi Bakanlığı, KOSGEB gibi kurumlar tarafından sağlanmaktadır.

    Sağlık sektörünün teknolojinin en kolay uyarlandığı ve pazarın da sürekli olarak bu teknolojiye aç olduğu bir sektör olduğu açıktır. Dolayısıyla Ar-Ge çalışmaları yürütmenin daha kolay olduğu söylenebilir. Durum böyleyken ülkemizde sağlıkta Ar-Ge çalışmaları ve inovasyon eksikliği dünyaya göre nispeten azdır. Ar-Ge ile üretilen bilgilerin değeri çok düşüktür. Basit bir formül bir ömre bedel olabilir. Bulunduktan sonra, sonraki gelenler/bilim yapmayanlar için olay basit gelmektedir. Bu nedenle bilimin önemi kavranmalı ve değeri araştırmacılara takdir edilmelidir. Büyük devlet; bilim, teknoloji, sanat ve kültüre hassasiyeti yüksek toplumlardan oluşmuştur. Bu kapsamda da üniversite-sanayi iş birliği eksik kalmaktadır. Bu ikiliye kamu, toplum ve siyasette eklenmelidir. Bu durumda, kamu-toplum-üniversite-sanayi-siyaset beşlisi devreye girmelidir. Ülkenin imkanları ortak kullanılmalıdır. Özellikle sağlık alanında bu kaçınılmazdır. Her kurum alt yapı oluşturamaz, fakat mevcutlara monte olabilir. Bölgesel araştırma merkezleri kurulmalıdır. Çok merkezli çalışmalardaki patent ve fikri mülkiyet haklarının korunması ve paylaşımının bu sebepler içerisinde etkisi de yüksek olur. Disiplinlerarası çalışmalar ön plana çıkmalıdır. Hedeflenen nihai ürünler (kanser aşısı, COVID-19 aşısı, çeşitli ilaçlar ve bağışıklık sistemini artırıcı formülasyonlar, hizmetler vs) üzerinde çalışmalıdır. Öncelikle sağlık alanında dünyadaki ürünler çalışılıp, yeni patentler almak için geliştirme yoluna gidilmelidir. Sonrasında inovatif ve futuristik yaklaşımlarla yeni ürünler ve hizmetler üretilmelidir. Hatta hiç adı duyulmamış konuları düşünerek stratejik çalışmalar yapılmalıdır. Çözüm için izlenmesi senaryolar üretilmelidir. Bunun içinde geçmişten geleceğe geçiş olabilecek çalışmalar yapılmalıdır.

    Sağlık sektöründe yürütülecek Ar-Ge çalışmaları için girişimciler ve öğrenciler yoğun bir şekilde desteklenmelidir. Bunlara parasal destek verilerek Ar-Ge yapmaları sağlanmalıdır. Özgüven ve motivasyon araştırmacıları tetikler. Ülkelerin bekası ve egemenliği sürekli bir şekilde tehlike altında olduğu için savunma sanayi devamlı desteklenecektir. Bu kaçınılmaz bir gerçektir. Ancak diğer konular savunma sanayi kadar destek alamamaktadır. Bunun nedeni beka ve egemenlik sorunu değildir. Aslında bu gözükse de sağlık tüm bunların başında gelir. Bu nedenle de sağlık konusunda inovatif çalışmaların bu kadar ilgi çekici konuma gelmelidir. Gelecekte savaşlar sağlığa müdahale etmekten geçecektir. Ülkeleri genetiği bozulmuş ürünlerle, virüslerle, elektromanyetik dalgalarla vuracaklar. Buna hazırlıklı olmak gerekiyor. Bu nedenle nesli korumak geleceği korumaktır. Bununda yolu sağlıklı bireyler oluşturmaktan geçiyor. Bununda yolu sağlık alanında inovasyondur.

    İnovatif yaklaşımlar, deneyler, yüksek teknoloji Ar-Ge çalışmaları bir şekilde fon bulunması işin en kolay yoludur. Ticarileştirilmiş ürünlerin pazara çıkartılması işin en zor yoludur. Burada ağır mevzuatlar ve bağlanmış uluslararası mafyatik kurallar bulunmaktadır. Bunu şu anda Çin aşmış durumdadır. Türkiye bunu aşmış değildir. Mevzuatların esnetilmesi gerekmektedir. Yerli üret yerli tüket kampanyası sonuna kadar uygulanmalıdır. Bir üniversite kendi öğretim üyelerinin ürettiği ürünleri almalıdır. Destek öncelikle kendi civarında başlar sonra dalga dalga genişler. Bu durum her kuruma örnek olur. Bunun akabinde lokalizasyon ve istihdam seferliği yapılmalıdır.

    Sağlık sektöründe kaliteli ve derinlikli Ar-Ge yapılmasındaki insan kaynaklarının analizi ve ihtiyaç tespitleri kesinlikle yapılmalıdır. Varlık Yönetim Sistemi’nde kaynakların tespiti ve yerinde israfa kaçmadan kullanılması kurumlarda en az yüzde 300 tasarruf sağlar. Bu durumda insan kaynaklarının tespiti, özelliklerin analizi, ortaklaşa iş yapmanın önünü açar, 10 kişinin yapacağı verimli işi bir kişi yapar. Diğerleri de üstün olduğu alanda iş yapması sağlanırsa çok yüksek tasarruf sağlanır. Sağlık alanı her alanı etkilediğinden farklı disiplinlerde çalışan araştırmacıların sağlık alanına da etkisi yüksek olur. Sağlık sektörünü çerçeveleyen ekosistemin etkin ve inovasyona elverişli hale getirilmesi için hedeflenen ürün ve hizmetlerde disiplinler arası çalışmak gerekir. Bu ekosistemlerde her kurumun birbirlerine ihtiyacı bulunmaktadır. Ürünlerin üretilmesi teknoparklar tek başına yeterli değildir. Bunlar mutlaka araştırma enstitülerine ihtiyaç duyarlar. Ürünlerin Ar-Ge boyutları araştırma enstitülerinde, merkezlerinde ve üniversitelerin uydu laboratuvarlarında yapılır. Pazar hazır hale teknoparklarda getirilir.

  • Nanoteknoloji merkezi
  • Elektronik malzemeler üretim ve uygulama merkezi
  • İlaç Ar-Ge merkezi (kanser aşısı, korona virüsü aşısı, bağışıklık sistemini artırıcı formülasyonlar, vs)
  • Geleneksel tıp araştırma ve geliştirme merkezi (Tıbbi bitkiler ve fonksiyonları)
  • Özel sağlık temalı araştırma ve uygulama merkezleri (Lyme, kanser,
  • Tıbbi cihazların üretimi ve geliştirilmesi merkezi (MR, Tomografi, hastalık teşhis cihazları vs)
  • Sağlık sektörüne hizmet/destek sistemlerin araştırılması, geliştirilmesi ve uygulaması merkezleri
  • Dijital sağlık sistemlerin araştırılması, geliştirilmesi ve uygulaması merkezleri (e-hastane, e-klinik, Endüstri 4.0 ve Toplum 5.0)
  • Yapay zekanın sağlık sektöründe uygulaması

    Hakikaten çalışılacak çok önemli alanlar var. Sağlık alanında önemli çalışmalarımız söz konusu. Bu kapsamda 19 tane patentimiz var, 580’in üzerinde de makalemiz.

    GYN. OPR. DR. REŞAT BAHAT: Ben hep çok ümitliyim Türkiye için. Demirel’in bir sözünü de çok kullanıyorum “Türkiye kendine güvenenleri kolay kolay mahcup etmez.” Ülkemize güvenmeye devam edeceğiz. İyi bilmediğiniz bir işin üstüne koyamazsınız. Bu nedenle önce işi iyi bilmemiz lazım. İyi bir taklitçi olmadan da inovatif işler yapamazsınız. Önce mevcudu bilip, taklit etmek lazım. Özellikle inovatif ürünlere şans tanımamız lazım, sektör olarak en azından bir tacir olarak şans tanımamızı değerli buluyorum. Çünkü ürünlerin bir gelişim eğrileri vardır. Başladığı noktalarda sonraki noktalardaki gibi mükemmel olmayabilirler. Düzeltici faaliyetlerine katkı sağlayalım ve üniversite ile endüstriyi daha fazla buluşturalım istiyorum. Bilgiyle sermayeyi daha çok buluşturalım istiyorum. Çünkü her zamanki gibi az paramız, çok ihtiyacımız var.

    PROF. DR. GÜNER DAĞLI: Üniversitelerin paydaşlarından biri de özel sektör ve yapılanmalarıdır. Daha önce yapılan toplantılardan Prof. Dr. Sayın Yekta Saraç Hocam’dan ülkemizde üniversitelerin devlet, vakıf ve Amerika’da da olduğu gibi özel üniversite olarak üçe ayrılması için bir çalışma olduğunu biliyorum. Özel üniversite olmak tabii ki kötü bir şey değil Bu da umarım yakın zamanda gerçekleşecek bir atılım olacak. Yetiştirdiğimiz gerek doktorlar gerekse diğer sağlık profesyonelleri sadece ülkemizde değil dünyanın pek çok yerinde hakikaten çok başarılı işlere imza atıyor. Gencecik insanlarımızın o kadar büyük ve başarılı işleri var ki gurur duymamak mümkün değil. Hepimizin ortak kanaati; tesislerimiz çok güzel. Pandemi sürecinde ülke olarak, oldukça başarılı ve kararlı bir mücadele veriyoruz. Pek çok zengin ülkeden çok daha yararlı ve verimli işler yaptık. Bizim sıkıntımız şu; çok güzel insanlarımız var, çok güzel ekipler oluşturuyoruz, çok güzel tesislerimiz var, özel sektörde de çok güzel tanıtımını yapıyoruz. Yaptığımız bu kadar başarılı işlere karşı sağlık harcamalarımızın da, dışarıya giden paramızın da büyük kısmını tıbbi malzemeler oluşturuyor. Bugünkü toplantımızın da ana fikri olan, dışarıya harcamak zorunda olduğumuz paraları ülkemizde nasıl bırakabiliriz, yeni Ar-Ge çalışmalarıyla nasıl yeni cihazlar ve yeni malzemeler üretebiliriz, bunların satışını nasıl yapabiliriz, tartışmaya açmak istiyorum. Bu konuda da Sayın Cengizhan Hocamı dinleyelim.

    PROF. DR. CENGİZHAN ÖZTÜRK: Şöyle başlayayım, sorduğunuz çerçevenin tam adını koyacak olursak, tıbbi cihazda yaklaşık olarak 2 milyar dolardan biraz az seviyede bir ithalat-ihracat farkımız oluşuyor her sene. İlaca girmiyorum orada daha büyük bir problemimiz var, o konuya diğer arkadaşlar eminim gireceklerdir. İkisi toplandığında, enerjiden sonra ülkemizdeki ikinci cari açık sebebi sağlık alanında yaşanıyor. Şimdi ülkemizde doğal tartışma gelişimi, “yurt dışından güçler bizi geliştirmiyor” diyerek bu sorunu dar bir çerçeveye sokarak ilerliyor: özetle “biz gerekli her şeyi yerli üretelim kendimize yetelim ve dışarıya para kaptırmayalım” deniyor. Bu tür bir çerçeve, herkese rahat ve doğal geliyor ama kanımca doğru bir yaklaşım değil. 3 milyar dolarlık tıbbi cihaz pazarımızın 300 milyar dolar üzerine çıkmış bulunan dünya pazarındaki payı sadece yüzde 1. Bizim kurmamız gereken kanımca daha doğru çerçeve; mevcut potansiyelimizi, bahsettiğimiz insan gücünü, üniversitelerin gelişen alt yapısını, kamunun artan motivasyonunu ve desteklerini kullanarak, bu 300 milyar dolarlık pazardan daha fazla nasıl pay alabiliriz, şeklinde olmalı.

    Bu bariz sorunumuza, “MDR ve FDA bize düşman, sertifikasyon bize düşman, uluslararası kuruluşlar bize sattırmıyor” şeklinde yaklaşırsak bir yere varamayız. Yani sadece Türkiye pazarı, biraz da sağda solda kaldıysa bir iki dost ülkenin pazarı, bizim sağlık alanındaki belirli bir altsektör için yatırım yapıp, verimli bir şekilde ayakta tutmamızı sağlayamayacaktır. MR cihazında sağlamaz, tanı cihazında da sağlamaz, diyagnostik kit için de sağlamaz, sarf konusunda da sağlamaz. Çünkü artık üretim tesislerinizi yeterince büyük kurmanız ve artan masraflarınızı karşılamanız lazım.

    “Tıbbi cihazda global seviyede sektör oyuncusu olmak için; kamu, üniversite ve sektör koordineli olarak şu anda Türkiye’de çalışıyor muyuz?” sorusunu sorarsak, bunun cevabını ben “evet” olarak veremiyorum. Potansiyelimizin olduğunu biliyorum, gayretimizin olduğunu da biliyorum. Bizler (laboratuvar, enstitü, üniversite, merkez, küme şapkamla) senelerdir bu gayretin içindeyiz, herkes de bu gayretin içinde, sizler de içindesiniz, fakat hedefi yukarıda belirttiğim gibi net koymadığımız için bence doğru yönlere gitmiyoruz, patinaj yapıyoruz.

    Bunu biraz daha açıklayayım. İlk olarak; kamu politikalarında ana amacımızı net koymamız lazım. Şöyle ifade edeyim: biz ülke olarak, herkese sağlıklı bir yaşam, sürdürülebilir bir sağlık hizmeti, uzun ve kaliteli bir ömür odaklı bir strateji yürütüyor muyuz? Daha net sorayım: biz şu anda belirli ulusal ve uluslararası vizyona sahip yöneticilerimizin bir güncel sorununu çözerek, yani kamuya sağlık hizmetini en yaygın ve en ucuz şekilde vererek, sektör olarak mevcut bu hükümetin aldığı kamu desteğini daha fazlalaştırmak üzere mi çalışıyoruz? Ya da, bu ülkede dünya çapında bir sağlık sektörü mü yaratmaya mı çalışıyoruz? Bu iki hedefi dengelememiz çok önemli. Eğer bizler, mevcut hükümetin desteğini artıracak bir kurguda sağlık hizmetini artırma hedefli bir stratejide birer oyuncu isek, o zaman mümkün olduğu kadar geniş sağlık hizmetini tabana yayan, herkese her hizmeti ulaştırmaya çalışan; ama sağlık hizmeti sunan doktorları, sermaye sahiplerini, hastaneleri, tıbbi cihaz ve ilaç firmalarını mümkün olduğunca en ucuza, en kapsamlı işi devlet adına yapma görevimiz var demektir. Bu görev bu şekilde uygulanırsa, o zaman 300 milyar dolarlık global tıbbi cihaz pazarında; 1 trilyonun üzerinde ilaç pazarında bir oyuncu olma şansımız olamaz. Bunun ikisini birden başarmamız mümkün değil. İlkinde sağlık sistemimiz, mevcut hükümetimizi ayakta tutacak şekilde çalışan bir destek sektörüdür, elinden gelen her şeyi bu bağlamda gücü yettiğince sağlar (doktorlarımız ve sağlık çalışanlarımız aynı şekilde fazladan fazladan, ama mutlaka az paraya çalışır ve özel sağlık sistemimiz de bu sisteme - salgında olduğu gibi - gerekince destek verir). Günün sonunda sektör olarak elimizde bir sermaye oluşamıyorsa, nakit akışında bir öngörülük sağlanamıyorsa, global seviyede bir sektörel oyuncu olabilmemiz için gereken yatırımları yapmak mümkün olamayacaktır. Kendimizi sağlam hissetmediğimiz ortamda iş birlikleri de kuramayız.

    Bir iki konuyu daha söyleyeyim. Biz veriye dayalı bilimsel tabanlı uzun vadeli plan yapmıyoruz. Gönülden gelen isteklere dayalı, iyi niyetli planlamalar yapıyoruz. Nasıl olsa ileride bu işi kurtarırız diye düşünüyoruz.

    Gerçekten bizdeki sağlık verisi bence eşsiz ve bu ölçekte belki de dünyada tek. Ama Sağlık Bakanlığı bünyesinde bile çok az kişinin ulaşabildiği veriler bunlar. Yani bu bilgiyi belirli bir güce dönüştürelim, planlamaya dönüştürelim, ilgili paydaşlarla ve sivil toplumla paylaşalım, bunu inovasyona çevirelim, kaynak ve motivasyonu teşvik edelim kısmı henüz bizim kamu lugatımızda maalesef yok. Bunu daha az veri ile bizden daha iyi yapan ülkeler var. Bu sorunu biz de hızla çözebiliriz, çünkü belirttiğim gibi altyapımız çok müsait. Bu konuda ilerlemek için iş birliğimizi artırmamız gerekiyor. Nedense kamu güçlü olduğu için sağlık alanında ve pek çok alanda olduğu gibi, Türkiye'de insanlar kamu kapılarında vakit geçirerek, kendi sorunlarını çözüp, kendini bu kalabalık ortamda öne çıkarmaya çalışıyor. Üniversite, sivil toplum kuruluşu, sektör oyuncuları, özetle herkes.

    Kurumlarımızın imkanlarını, altyapılarını, paralarını vizyonlarını, insan gücünü paylaşabileceği iş birliklerimiz çok kalıcı ve uzun vadeli değil. TÜBİTAK, belirli ölçülerde bazı çağrılarının şeklini, yapısını değiştirerek çok önemli yeni fonlarla bunu değiştirmeye çalışıyor, ama mevcut durumda bu bizim kültürümüzle ilgili bir sorun. Bunu düzeltmek bence zaman alacak, ama bu konuda gayretlerimize ısrarlı devam etmemiz lazım.

    Bu konular arasında gündeme getirmek istediğim en son başlığa geliyorum: kümeler. Türkiye'deki küme yaklaşımı karanlık bir odadaki fili dokunarak anlamak gibi ilerliyor. Herkes bir tarafından tutuyor, tuttuğu yerin küme olduğunu düşünüyor. Kümeleri normalde büyük küçük firmaların, üniversitelerin, sivil toplum kuruluşlarının ve kamunun bir araya geldiği, tabi ki bölgesel odaklı, ama mutlaka birbirleriyle koordineli çalışan yapılar olarak tanımlamamız lazım. Kümeler; rekabet öncesi ihtiyaçlarını planlayan, bunları fonlayacak belirli bir ekonomik gücü olan ve ekonomik gelişmeye odaklı bölgesel oyuncular; sanayi odaları, ticaret odaları veya kalkınma ajansları veya - bizde tam yok ama - bölgesel idari yapılar veya merkezi hükumetler tarafından desteklenecek şekilde kurgulanırsa ideale yaklaşırız. Türkiye'de benim koordinasyonunda bulunduğum İSEK (İstanbul Sağlık Endüstrisi Kümelenmesi), Teknopark İstanbul, Boğaziçi Üniversitesi, Acıbadem Üniversitesi, Sabancı Üniversitesi, MASSİAD ve İstanbul Sanayi Odası tarafından bir şekilde destekleniyor ve firmalardan da

    180’in üzerinde üyemiz var. Benzer tıbbi cihaz kümeleri Ankara’da da var, Samsun'da da var, İzmir'de de var. Hatta ülkemizdeki tıbbi cihaz odaklı bütün kümeleri bir araya getirdiğimiz bir Mediclust Platformumuz da var. Yani küme sayısı eksikliğimiz yok ve gündemimizdeki iş paketlerimiz, yapılacak işlerimiz, taleplerimiz oldukça net ve önceliklendirilmiş/projelendirilmiş durumda. Şu anda biz bütün üreticilere ve küme üyelerimizin tamamına “ihracatınızı artırın, bugünü ve bu krizi bir şekilde geçirecek yol bulun” diyebiliyoruz sadece.

    Bunlara ek olarak; orta ve uzun vadede mevcut salgınla ilgili operasyonda kümeler olarak pekçok ihtiyacı net belirlememize rağmen; MDR süreciyle ilgili uyum sürecinde olsun veya belirli pilot üretim tesislerinin ya da laboratuvarların kurulmasıyla ilgili olsun, gündemimizdeki eylem planlarını, bu salgın sebebiyle artırmamız gerekirken aksine frene basmak zorunda kaldık. Nedense tabandan gelen mevcut sivil toplum yapılarını güçlendirmek, onların sahadaki ihtiyaçlarına yönelik kamu desteklerini hızlandırmak, artırmak, mevcutların odağını bu yönde geliştirmek yerine durmadan yeniden kamu yapıları ve destek mekanizmaları icat etmeyi seviyoruz.

    PROF. DR. CENGİZHAN ÖZTÜRK
    3 milyar dolarlık tıbbi cihaz pazarımızın 300 milyar dolar üzerine çıkmış bulunan dünya pazarındaki payı sadece yüzde 1. Bizim kurmamız gereken çerçeve; ‘mevcut potansiyelimizi, insan gücünü, üniversitelerin gelişen alt yapısını, kamunun artan motivasyonunu ve desteklerini kullanarak, bu 300 milyar dolarlık pazardan daha fazla nasıl pay alabiliriz’ şeklinde olmalı.”

    Sonuç olarak şöyle özetleyeyim; ilk olarak ana politikanın netleşmesi lazım. Bu konuda da talebimizi biz sivil toplum kuruluşları ve tabii ki vatandaşlar olarak net bir şekilde politikacılara iletmemiz lazım. Politikacıları, vatandaş olarak, kendi avantajımıza bolca kullandığımız popülist hizmetleri bize sundular diye kesinlikle suçlayamayız. Politikacılara ve kamu kurumlarına; geleceğe yönelik tam olarak ne yapılması gerektiğini ve neyin sürüdürülebilir olabileceğini, güçlü bir sivil toplum kuruluş hareketi olarak daha iyi ve güçlü söylememiz lazım. İkinci olarak, kamudaki mevcut veriyi mutlaka daha iyi ve hep birlikte kullanmamız gerekiyor. Sağlık kuruluşları, sektör ve kamu birarada, verinin sahipliğini ortak olarak yapacak şekilde ve bu değerli bilgiyi de, teknolojik ve inovatif gelişme için kullanmanın bir yolunu bulmalıyız. Tabi ki kamu sağlık politikalarının finansal ve idari planlanması da bu veriye dayalı olarak herkes için öngörülebilir ve saydam bir şekilde yapılacak. Bu konuda gerekli koordinasyon için kamuda çok yapılar geçmişte kuruldu (halen de var), ama şöyle net söyleyeyim anlaşılsın: ben tıbbi cihaz üretmeye niyetleniyorsam, 2025 yılında, tercihen o günkü kura endeksli bir şekilde, devlete veya herhangi bir kuruma kaça satabileceğimi öngöremiyorsam bu ülkede yatırım yapmam, hiçbir kimse de yatırım yapmaz, fabrika ya da hastane kurmaz. Yani biz sağlık sektörü olarak, hükümetin bir alt birimi ya da bir destekleyici kamu birimi olarak çalışıyorsak, o zaman bir yeni KİT, örnek olarak Türkiye Sağlık A.Ş. çatısını kuralım, bütün hastaneler ve firmaları da ona bağlayalım ve o şekilde çalışalım. Ama eğer bu işin doğrusunu yapacaksak, ana politikanın değişmesi ve öngörülebilir/saydam bir sağlık sistemine dönüşmemiz gerekecek. Ek olarak; mevcut kümeleri sektör/kamu olarak destekleyeceğiz ve iş birliği faaliyetlerimizi artıracağız. Bu zor günler de geçip gittiğinde, şu andan hazırlıklarımızı yapacağız ki gözümüzü uluslararası pazarlara ve daha kapsamlı global iş birliklerine dikmeye çalışabilelim.

    PROF. DR. GÜNER DAĞLI: Cari açığımızın enerjiden sonra ikinci büyük kalemini sağlık sektörü ihtiyaçları oluşturduğunu bilmek, oldukça şaşırtıcı bir durum bence. Kümeleşmenin Ankara, İstanbul ve İzmir gibi büyükşehirlerde hakikaten bazı kolaylıklar sağladığını düşünüyorum. Ama Savunma Sanayinin, Teknofest'in yaptığı gibi, bunu ülke geneline yaymak ve ülke genelinde diğer şehirlerde de bu tür kümelenme alışkanlığını kazandırmamız önemli diye düşünüyorum ve belki de bunu YÖK'le konuşup, öğrencilere ders olarak; birlikte çalışma alışkanlığını, ekip ruhunu, ekip olarak bir araya gelmeyi daha küçük sınıfların eğitiminde başarmamız lazım. Ama Anadolu'da maalesef biz bu kümeleşmeyi oluşturmakta hakikaten büyük sıkıntılar yaşıyoruz.


    PROF. DR. CENGİZHAN ÖZTÜRK: Bu konuda, Melih Hocam da daha önce belirtti, sağlık sektörü sözkonusu olunca, savunma sanayi analojisi ile ilgili biraz kontrollü hareket etmek lazım. Ben Teknopark İstanbul bünyesinde SAHA İstanbul’u da yakından takip ediyorum. Orada büyük firmalar, onların altındaki taşeron projelendirme sistemi, az sayıda büyük kamu projesi ve kamunun öngörülebilir finansmanı bulunuyor savunma alanında, sağlıktan büyük farklılık gösteriyor. Şimdi bizde, sağlık sektöründe, finansal açıdan güçlü ve büyük firmalar yok ve öngörülebilir bir kamu alımı da yok. Öyle olunca da, ilk başta bahsettiğim gibi, yani uluslararası seviyeye çıkabilecek bir ulusal satış ve kamuya verdiğinizin vadesinde parasını alma öngörüsü olmadan da, ekonomik fizibilitesi sağlam bir plan yapmanız mümkün değil. Onun için böyle ulusal bir dev yapı ve eylem planları yerine, sistemin belirli basamakları düzeltilmeli ve farklı farklı eksik sistem basamakları daha acilen kurgulanmalı diye düşünüyorum. Aynı şekilde, iş birliğini artırıcı şekilde, büyük firmalar ve küçük firmalar arasında ya da diğer sektörlerde olgunlaşmış makine, malzeme, yazılım firmalarını sağlık alanına bilinçli bir şekilde sokmayı sağlayan etkin çalışmalar da yapmak mümkün. Baştan söyleyeyim: sağlık sektöründe bir savunma sanayii başkanlığı gibi bir yapı kurulumu pek kolay değil. Çünkü bizde ülke kayıt sistemimizde biliyorsunuz 1 milyona yakın kayıtlı tıbbi cihaz var. Bunun 850 bin tanesinde şu anda ithalatçı durumdayız diyelim. Rakamı biraz abartarak söylüyorum. Şimdi sağlıktaki projeler savunma sanayinde olduğu gibi az sayıda olmayacak, orada uçak gemisi, roket ve diğerleri kolayca sayılıyor. Bir de şöyle şeyler görüyoruz genelde: hadi MR cihazı yapalım. Yapalım da onun da teknolojisi gittikçe artıyor; en güncelini yapmamız lazım. Global seviyede bir oyuncu olma hedefiniz yoksa bu yola hiç girmemeniz lazım. (Türkiye’de MR alanında global seviyede araştırma ve geliştirme yapılıyor bu arada)

    Ben bu konulara kamuda nasıl yaklaşıldığını takip edebiliyorum. Şimdi marifet; bugünkü hastaneleri dolaşıp, cihaz sayımı yapıp, oradaki hangi cihazdan ne kadar alıyoruz hesaplayarak, bunları ulusal ölçekte ithal ikamesi olarak yapmaya çalışmak ve bunu da savunma sanayini örnek alarak yapmak değil. Asıl marifet; beş sene sonra 10 sene sonra hastanelerin sağlık sunumunun nasıl bir şekil alacağını öngörmek, gelişen bazı teknolojilerde yatay yetkinlikler kazanmak, eğitimimizi işte sizlerin de bahsettiği gibi, bütün Türkiyeye yayılan seferberliğimizi insan gücümüzün gelişimini, projelerimizi, fikrimizi o yöne doğru odaklayacak yönlere sokabilmek. Yani belirli motivasyonlarla, belirli alanlarda, çok kısa döngülere girdiğimiz oluyor bu tür konularda, ama çok patinaj yapıyoruz, sabırlı olamıyoruz. Özetle; bizim hükümete taleplerimizi net iletmemiz gerekiyor ama ben bunun artık bir sonraki aşama olduğunu düşünüyorum. Artık kamuyu suçlama modunda olmamalıyız. Biz bu konuda STK'lar olarak yeterince bir araya gelip, çalışıp, A ve B planlarını önüne sunduğumuz zaman onun genel dengesini, takibini yapacak bir kurum olarak görmek lazım kamu kurumlarını. Bu açıdan; bizlerin daha kapsamlı tabandan örgütlenmesi, bu türden platformlar, düşünce kuruluşu yapıları, tabi ki kümeler gibi sivil toplumun bir araya geldiği yapılar çok önemli. Oralarda da artık hepimiz yalnızca kendi gemimizi kurtarmak amaçlı değil, bütün sistemi bir araya getirecek yaklaşımları geliştirmemiz ve ekonomik tabanlı sürdürülebilir kamu politikaları önerileri ortaya koymamız gerekiyor.

    PROF. DR. CENK AKTAŞ: Ben Almanya'da akademisyen olarak kariyerime devam ediyorum ama aynı zamanda Türkiye'de de Savunma Sanayi Akademi Başkanı olarak görev aldım. Bu akademi aslında Savunma Sanayi Başkanlığı’na bağlı yeni bir birim. Bu birimin amacı; ülkemizde savunma sanayii alanında çalışabilecek nitelikli insan kaynağını oluşturmak için destek projeleri, programları geliştirmek, eğitime yönelik faaliyetlerde bulunmak. Katılımcıların savunma sanayii ile ilgili bazı eleştirileri oldu. Ben bunları olumlu eleştiriler olarak görüyorum. Savunma sanayi sağlık sektörü için örnek bir model midir? Bu model uygun model midir? Bu tabii ki bir sistem tartışması ve uzayıp gidebilir. Ama şunu söylemek isterim, biliyorsunuz son dönemde dünyadaki gelişmelere paralel olarak savunma sanayiine olan ihtiyaç arttı. Bu anlamda ihtiyaç ve zorunlulukların inovasyonu biraz tetiklendiğini söyleyebilirim. Yani şartların ağırlığı, aslında negatif bir olgu gibi. Fakat bir yandan da inovasyon anlamında da itici bir güç olarak karşımıza çıkıyor. Bu tarihte de böyledir. Sadece bizim ülkemizle ilgili değil tüm dünyada da böyle olduğunu görüyoruz. Ben bunu inovasyonun ana kaynaklardan biri olduğunu görüyorum. Bu anlamda savunma ekosistemi sürekli gelişen bir yapıya sahipti. Tabii ki fonlamalar noktasındaki eleştirileri kulak ardı edemeyebiliriz veya işte fonlama mekanizması farklılıkları, garanti satın alma konusunda bazı tavsiyeler ve eleştiriler oldu. Bu eleştirilerden önce ekosistemi iyi anlamak lazim. Bu ekosistemin çok iyi gelişmesi ve işliyor olmasının bazı nedenleri var. Bazı örnekler vereyim. Rol ve yetkinlikler bizim alanımızda biraz daha belirlenmiş durumda. Yani ben başarının biraz da bundan kaynaklandığını düşünüyorum. Rol ve yetkinlikler denilirken; uzmanlık alanlarını, iş birliklerini burada çok etkili görebiliyoruz. Misal bir firmamız bir komponentte çok iyi ise diğer başka bir firmamızda bir sistemi entegre edebilmekte iyi. Ama ekosistem artık bir gelişimi tamamlıyor ve savunma sanayinde çok iyi noktalara gelmiş durumda diyebiliriz. Mesela bunu biz Almanya'daki bir otomobil sanayi için de söyleyebiliriz. Almanya'nın güneyindeki Bavyera eyaletinin civarında otomobil sektörünün çok iyi yerlerde olması, sadece oradaki bildiğimiz markalardan dolayı değil, onlara hizmet verebilecek alt yüklenicilerin ve enstitülerin veya araştırma merkezlerinin oluşturulması, tamamen bir ekosistemin organize olarak çalışmasından kaynaklanmakta. Ben bu iki ekosistemi birbirine çok benzetiyorum. Bizdeki savunma sanayii ekosistemi hala gelişmekte. Rol ve yetkinlikler derken kimin hangi alanda neler yaptığı artık oluşmuş durumda ve bu nitelikli insan kaynağının da sağlanmasıyla destekleniyor. Yine örnek vermek istiyorum. Tüm gözde firmalarımızın kadrolarında yer alan çalışanlar iyi üniversitelerde eğitim almış, belli bir nitelikte faaliyetlerini sürdüren arkadaşlarımızdan oluşuyor. Bu da önemli. Yani nitelikli insan kaynağı da bu alanda ülkemizde yetişmekte ve inanılmaz başarıların kaynağının gerisinde bence bu insan kaynağıyla da ilgili bir durum var.

    Ekosisteme ben genel baktığım zaman savunma sanayii ekosisteminde çok senkronize çalışmaya başlandığını görüyoruz. Yani yine şu konuya geleceğim; komponent bazında, sistem bazında farklı yetkinliklerin bir araya geldiği bir ekosistem. Sağlık sisteminde bu yoktur diyemem çünkü, Türkiye'de sağlık ekosistemini çok iyi bilmiyorum. Bizim alanımızda uzmanlıklar, yetkinlikler, roller artık oturmuş durumda. Bu da sektöre çok ivme kazandırıyor. Şöyle bir örnek vereyim: Türkiye’ye geldiğimde karşılaştığım ilk manzarada farklı sektörlerde gördüğüm şeyleri aktarmak isterim. Ar-Ge, Ür-Ge ve üretim terimleri birbiriyle içiçe durumda. Mesela Almanya'daki ekosisteme baktığınızda, bunların aralarında keskin sınırlar zaten olamaz ama, bir şekilde sınırlandığını görüyoruz. Şunu anlatmaya çalışıyorum; bugün ben bazı projelerde Ar-Ge mi yapılıyor, Ür-Ge mi yapılıyor, yoksa üretim mi yapılıyor? Burada bir karmaşanın olduğunu görüyorum.

    Burada “üniversite-sanayi iş birliği adına neler yapılabilir?” denildi. Ben üniversite-sanayi iş birliği değil de; “üniversite-sanayi etkileşimi” demek istiyorum. Bu etkileşimi de biraz artırmak gerekiyor. Benim gözlemlediğim ve gerçektende rol ve yetkinlikleri belirlerken de belli kilometre taşları olması gerekiyor. Ülke olarak şunu görüyorum; sağlık sektörü için genelde hep en iyisini arzuluyoruz ama belli bir yerden de başlamak ve belli adımlarla gitmek gerekiyor diye düşünüyorum. Hayallerimiz çok uzaklarda olabiliyor ama böyle belli kilometre taşları da gerekiyor. İşte şunu demeye çalışıyorum: Üniversite- sanayi iş birliği ile rekorlar kıran işlerin çıkması tabii ki temennimiz ama belli kilometre taşlarını ortaya koymak da gerekiyor. “100 metreyi şu kadar saniyede koşalım, daha sonra şunu yapalım” gibi bir harita göremiyorum bazı sektörlerde. Bu beni biraz yoruyor. Çünkü hep en iyisi olmak gibi bir durumla karşılaşıyoruz. Yine en baştaki konuya geliyorum; bizim sektörümüzde rol ve yetkinlikler biraz daha oturmuş durumda. Yani ihtiyaçlar, belirli ihtiyaç analizi çok iyi bir şekilde yapılıyor çünkü yapmak durumdasınız. Rakamsal olarak çok büyük fonlar var mı var, ama yine de kısıtlı bir fon. Benim önerim; kümelenmeler ve diğer çalışmalarda biraz daha ekosistemi genişletmekten yana olmamız gerektiğini düşünüyorum.

    Savunma sanayii, farklı üniversitelerin farklı alanlarındaki insanların bir şeyler üretebildiğini görebilmesi bu alanın farklı yanlarından biri. Savunma sanayinde bu farklı üniversitelerle farklı projeler devam ediyor ve gerçekten büyük işler ortaya çıkıyor. Sağlık alanında eleştiri yapmak istemem ama genel akademik anlamda bazı üniversitemizin adı dışında isim göremiyorum. Özellikle yurt dışından baktığımız zaman da manzara böyle görünüyor.

    Toparlamak gerekirse; rol ve yetkinliklerin çok iyi tanımlaması bence önemli ki, hangi komponent neyi yapabiliyor bunu görebilmek, nitelikli insan kaynağının artırılması kritik bir yerde duruyor. Son olarak da şunu söylemek istiyorum: Ar-
    Ge, Ür-Ge ve üretimi biraz düşünelim, çünkü birçok projede ben Ar-Ge, Ür-Ge ve üretimi aynı anda görüyorum ve içinden çıkamıyorum. Ülkemizde bazen bu işler birbirine giriyor. Şunu söyleyeyim kilometre taşları o zaman çok karışıyor. Hedef; 8 bin adet üretmek mi, dünyada olmayanı yapmak mı ya da yerli üretim yapmak mı hedef? Hangisi önceliğimiz diye buna biraz bakmamız gerekiyor. Savunmada bu işler biraz daha oturmuş durumda.

    PROF. DR. BERRAK ÇAĞLAYAN YEĞEN: Ben, bir temel tıp bilimci olarak biraz farklı şeyler söylemek istiyorum. Bilidiğiniz gibi, bizim yaptığımız araştırmaların çoğunluğu hayvan deneyleri üzerine. COVID-19 ile birlikte bu deneyler birden bire dikkat çekmeye başladı. Ne yazık ki, bu alan aslında üniversitelerin hiç de yatırım yapmadığı bir alan. Oysa araştırmanın temel başlangıç yeri burası. Bu anlamda, tıpta araştırmaların desteklenmesi için bu altyapıları destekleyici girişimler yapılmalı. İkinci olarak benim asıl söylemek istediğim, sizin de başta söylediğiniz gibi, tıp araştırmalarını destekleyecek kuruluşların sayısının artırılması gerekiyor. Sadece TÜBİTAK'la TUSEB ile ya da bir kaç başka kuruluşla bilim yapılamıyor ne yazık ki. İngiltere örneğine baktığımızda 35'ten fazla araştırmayı destekleyen kuruluş var. Bir kısmı devletten destekli, bir kısmı da özel. Türkiye’de de birçok varlıklı kişinin adını ileriye taşımak için yapmak istediği girişimler vardır. Ama bunun yolları yok. Yani, birtakım trust’lar (fonlar/vakıflar) oluşturulması, bunların belki de vergiden muaf olması, birtakım yollarla aslında araştırmaya seçenek yaratılması gerekiyor. Bununla ilgili en önemli ilk adım, bu konuda mevzuatı oluşturacak çalışmaların yapılmasıdır. Bu konuyla ilgili kanunların, maddelerin oluşturulması ve kişilerin bilgilendirilmesi gerekiyor.

    Mesela Eczacıbaşı'nın böyle bir kuruluşu var ve daha önce her yıl araştırma desteği veriyordu, günümüzde de iki yılda bir ödül veriyor ve proje desteği yapıyor. Bunun gibi birçok kuruluş aslında ulusal düzeyde araştırmaları desteklemeyi düşünebilir ve bunun önünü açmak için gerekli adımların atılması gerektiğini düşünüyorum. Mesela İngiltere'de birçok kuruluş var; sadece sağlık değil birçok alanda, örneğin yaşamın geliştirilmesi için teknoloji alanında da her türlü araştırma-geliştirmeye açık olan kuruluşlar var. Bunların planlamasının yapılıp, adımların atılmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum. YÖK, üniversitelerde araştırmanın desteklenmesi için bir çok düzenlemeler yapıyor; ancak doktora ve yüksek lisans projelerinin üniversitelerde araştırma fonları tarafından desteklenmesi ile ilgili bir alt sınır ya da üst sınır getirilmiş durumda değil. Ben kendi üniversitemden örnek olarak vereyim. Şu anda bir doktora tezi için araştırma fonu 10 bin lira, yüksek lisans için 5 bin lira araştırma desteği veriliyor. Bu hakikaten çok komik bir rakam. Bir doktora öğrencisinin 10 bin liraya inovatif, ses getirecek ve ileriye taşınacak bir çalışma yapması gerçekten mümkün değil. O yüzden, üniversitelerin genel olarak araştırmaya ayıracakları bütçelerinin ve de bunun alt sınırlarının iyi belirlenmiş olması gerektiğini düşünüyorum. Benim aslında özetle söyleyeceğim bu iki konu var. Fonların seçeneklerinin artırılması, ikincisi de üniversitelerin araştırmaya desteğinin artırılması ve temel tıpta araştırma altyapılarının geliştirilmesi şeklinde.

    ENİS SONEMEL: Bugün burada medikal teknoloji camiasının nacizane bir temsilcisi olarak bulunuyorum. Bu hem büyük bir sorumluluk hem de gurur veriyor.

    TÜBİTAK'tan Feza Hoca’mız ultrasonla ilgili önemli bir konuya dikkat çekti ve Türkiye’de yazılımın cihazdan çok daha pahalı olduğunu söyledi. Bu konu benim alanıma girdiği için konuşmamda buna değineceğim. Aynı zamanda Cenk Bey’in 100 metre yarış örneğinin de çok yerinde olduğunu düşünüyorum; yani her konuda iyi olmaya çalışmak yerine küçük hedeflerle ilerlemek daha başarlı sonuçlar getirir.

    Konuşmama Ar-Ge ile başlamak istiyorum. Böylesine önemli bir konuda tüm paydaşların bir arada olduğu bir platformda ihtiyaçların tespit edilmesi ve kabiliyetler doğrultusunda planlama yapılması çok önemli. Çünkü paydaşlardan bir tanesi bile dahil edilmezse, örneğin SGK dahil edilmediğinde, sağlık sisteminde bir çökme yaşanabiliyor ya da yapmak istediğiniz yıkıcı inovasyonları gündeme getiremiyorsunuz. Çünkü gereken ödemeyi o paydaş yapıyor. Bu nedenle sağlık alanında Ar-Ge çalışmalarına yönelik prototiplendirilme ve validasyon süreçlerinin şu anda Türkiye'de tam anlamıyla gerçekleştirilemediğini düşünüyorum.

    Hayatımın bir kısmını Almanya'da, Siemens’in genel merkezinde geçirme imkanına sahip oldum. Bu, bana bambaşka bir bakış açısı kazandırdı. Siemens, Türkiye topraklarına ilk kez 1856 senesinde telgraf sistemini getirerek geldi. Dolayısıyla Siemens'in Türkiye'deki varlığı Cumhuriyetten de öncesine dayanıyor. Bu yüzden de kendimizi Türk kökenli bir Alman şirketi olarak tanımlıyoruz. Yaklaşık 20 yıldır bu kurumun bir çalışanı olarak ben de bu bakış açısını sürdürmeye devam ediyorum. 1895 senesinde Wilhelm Röntgen, röntgen ışınlarını, X-ışınını buldu ve bunu üretecek bir röntgen tüpüne ihtiyaç duydu. Bunun için vakumlu, kaliteli ve dayanıklı bir tüp gerekiyordu. Bunun üzerine Almanya’da girişimciliği ile bilinen Ernst Werner von Siemens’e yani şirketimizin kurucusuna mektup yazarak keşfettiği teknolojiyi ve ihtiyaç duyduğu sistemi anlattı. Werner von Siemens de bugün kullandığımız X-ışını tüplerinin ilk örneğini üretip, Wilhelm Röntgen’e gönderdi. Bu örneği şu yüzden verdim: Ar-Ge ve sanayi iş birliği, 1895'te Almanya'da bir mektup üzerinden başlamış. Wilhelm Röntgen ilk önce bir sanayici olan Werner von Siemens’e gitmiş.

    Bugün baktığınız zaman biz eğer yatırım ve veri gerektiren bu prototipleme ve validasyon alanında yerelleşmezsek ülkemizde başlayan araştırmaların bir şekilde yurt dışında devam edip orada sonlanması kaçınılmaz olacaktır. Bunun çözümü için, örneğin kalkınma ajansları fonları ile birçok araştırmacının faydalanabileceği prototiplendirme merkezleri hayata geçirilebilir.

    Siemens çoğunlukla bir medikal cihaz üreticisi ve sistem satıcısı olarak tanınıyor olabilir ama bu konuda da bir adım atarak yıllar önce “Innovation Think Tank” adında bir yapılanma kurdu. Ankara'da Başkent Üniversitesi ile iş birliğimiz sonucunda ve Ankara Kalkınma Ajansı fonuyla 2019 yılının Mart ayında “Başkent Innovation Think Tank Laboratuvarı”nı hayata geçirdik. Siemens olarak bu laboratuvarda ilk günden bu yana çeşitli araştırmacılara prototipleme imkanı sunuyoruz. Az önce bahsettiğim prototipleme de bu laboratuvarda yapılıyor. Sadece bu değil, aynı zamanda verilen eğitimle patent başvurularını ve haliyle ticarileşme sürecini de destekliyoruz. Cenk Bey az önce güzel bir konuya değindi ve Ar-Ge’cinin ülkemizde girişimci de olması gerektiğini belirtti. Bu önemli bir detay. Konu sadece Ar-Ge'de kaldığı zaman kağıtta sonlanabiliyor. Ama Ar-Ge yapan kişi, üretimden girişimciliğe de geçebilirse, tam bir döngünün içinde tam olarak neye ihtiyacı olduğunu daha iyi anlayabiliyor. Bu nedenle Innovation Think Tank gibi organizasyonları yaygınlaştırmamız gerektiğini düşünüyorum.

    Diğer taraftan bu tür süreçlerde yaşanan önemli bir sıkıntı var. Özellikle iş birliğiyle yapılan projelerde patentin kime ait olacağı konusu sorun olabiliyor. Örneğin, A üniversitesinden bir biyomedikal mühendisi,
    B üniversitesinden bir elektrik-elektronik mühendisi ve C hastanesinden bir radyolog bir araya gelerek bir çalışma yapıyor. Çalışmanın patent hakları ve sonrasında patent maliyetleri gibi konular üzerinde, neredeyse projenin içeriği kadar mesai harcanıyor. Böyle durumlar için belki bir hakem kurulu oluşturulabilir ve bu kurul, tarafları iş birliği için motive edebilir. Bunun ülkemize fayda sağlayacağını düşünüyorum.

    Şu an çok sayıda ve önemli paydaşı olan sağlık sektöründen bahsediyoruz. Bu sektörde geleceğe yönelik teknolojilerin Ar-Ge süreçlerinde başarı, bu paydaşların olabildiğince bir araya getirilmesiyle doğru orantılı.

    Ben iş hayatımın 15 senesinde MR teknolojisi üzerine çalıştım. O yüzden Cengizhan Hoca’mla çok dirsek temasımız oldu. Kendisinin de belirttiği gibi, MR'ı tekrardan üretmek önemli olabilir ama birçok yazılım ve ülkemizde yazılım konusunda destek verebilecek çok sayıda yazılım mühendisi, bilgisayar mühendisi, elektronik mühendisi arkadaşımız var. Dolayısıyla cihaz üretmek ne kadar önemli olsa da üretilen cihazın iki üç misli kadar yazılım da geliştirebilmek gerekiyor. Ben bir MR’ı veya MR’ın bir parçasını üretmekten ziyade yazılım geliştirmenin çok daha fazla katma değer sağlayacağını düşünüyorum. Türkiye'nin önümüzdeki yıllarda dünyaya MR ve tomografi cihazlarında destek verebilir hale gelmesini umuyorum.

    PROF. DR. GÜNER DAĞLI: Sevgili Enis Hocam, hakikaten çok güzel şeylerden bahsetti. Çok teşekkür ederim. Gençlerimize ortak oyun alanları yaratmamız lazım yani bir oyun bahçesi yapıp, orada mesela 3D printerı olan, elektronik başlangıç setlerinin mevcut olduğu, sınırsız dijital kütüphanelere ulaşılabilen özgür alanlar sağlayabilmeliyiz. Bildiğim kadarıyla T3 Vakfı bu tarz alanlar yaratmaya başladı ancak hem sayıca hem de nitelik olarak çok daha fazla alan yaratmalı, gençlerimize ışık tutmalıyız. Üstelik farklı alanlarda çalışan; mühendislikte, tıpta, hemşirelikte okuyan öğrencilerin bir araya gelip kahve içerken sohbet edebilecekleri, ortaya çıkan bir fikri çeşitlendirip, daha da geliştirerek inovatif yaklaşımlarda ve farklı disiplinlerden bakış açılarıyla bunu ortaya koyabilecekleri alanların girişimcilik açısından da üst düzey faydası olacağı kanaatindeyim. Gençlerimiz özellikle ortak çalışmayı öğrenmeliler. Bizim en büyük sıkıntılarımızdan birinin bu olduğunu düşünüyorum. Multidisipliner yaklaşamıyoruz. Olaya multidisipliner yaklaşabilirsek tahmin ediyorum pek çok sorunu çözeriz.

    PROF. DR. HAKAN AKBULUT: Ülkemizin mevcut potansiyeli, nüfus yapısı, milli geliri her ne kadar 10 bin dolar düzeyinde olsa da gerçek milli gelirimiz aslında bunun daha üstünde. Çünkü Türkiye'de şu anda üretilen ürünlere, baktığınız zaman ya da toplumun yaşam standartlarına baktığınızda 10 bin doların üzerinde bir yaşam standardı var gibi görünüyor. Aslında ilginç bir toplumuz ve kayıtlı bir toplum olmadığımız için de bizim gerçek verilerimiz hiçbir zaman gündelik hayatımızı yansıtmıyor.

    Şimdi burada sağlık Ar-Ge'sine geldiğimiz zaman durum biraz farklılık arzediyor. Tabii ki savunma sanayinde başarı hikayeleri var ülkemizin. Özellikle son 15-20 yıldır hepimizin şahit olduğu ve ülkemizi dünya ligine taşıyan birtakım gelişmeler bunlar. Yani bugün kendi yaptığımız gemiler, insansız hava araçları ve diğer teknolojik şeyler bizi belli bir noktaya getirdi. Sağlık alanına geldiğimizde ise öncelikle şunu kabul etmemiz lazım; üniversitelerimizin ve özel sektörümüzün sağlık Ar-Ge'si için bilimsel donanımı maalesef yeterli değil ve biz sağlık alanında daha çok ithal ürünlerle idare ettik bugüne kadar.

    Bir de Ar-Ge’den ziyade uygulamaya ağırlık verdik. Örneğin sağlık alanında hem tıp fakültelerimiz eğitim açısından daha çok hasta görme ve hasta tedavisine yönelik kurgulandığı için ne yaptık ülkenin en iyi öğrencilerini seçip Ar-Ge den çok pratiğe yönelttik. Sağlık alanında işin Ar-Ge'sine yöneltmedik. Ama savunmada ve diğer teknik alanlarda böyle olmadı. Hakikaten orada iyi yetişmiş, iyi okullardan mezun olan gençler Ar-Ge'ye yöneldiler. Ama sağlık alanına yönelen insanların, özellikle belli bir düzeyin üstündekiler, daha çok pratik uygulamaya yöneldi. Ben de hekim olduğum için bunu rahatlıkla bir özeleştiri olarak söyleyebilirim. Dolayısıyla bizim sağlık Ar-Ge’si için bilimsel donanımımız yeterli değil.

    Sağlıkta Ar-Ge konusunda belli bir yere gelebilmemiz için yapılması gerekenler var. Bunun için bazı önerilerde bulunmak istiyorum. Birincisi; şu anda sağlıkla ilgili- Ar-Ge'de çalışabilecek kalifiye eleman sayısı da çok az. Yani biz şu anda ne kadar zorlasak da ne kadar çok para da akıtsak üretebileceğimiz şeyler çok sınırlı. Çünkü kalifiye eleman sayımız az. Bunu kabul etmemiz lazım. Ülkemizde sağlık sektöründe insan gücünü artırabilmemiz için üniversitelerimizde eğitim programlarımızın Ar-Ge'ye yönelik olarak yeniden düzenlenmesi lazım. İkinci önerim; üniversitelerimizin Ar-Ge'ye kaynak ayırması gerekiyor. Bugün bizim en önemli destek kaynağımız; TÜBİTAK. Ülkemizde araştırma destekleri tek elden TÜBİTAK aracılığıyla dağıtılıyor ve tek elden dağıtılan şeyler her zaman birtakım sıkıntılara yol açar ve işin sağlıklı yürümesini engeller. TÜBİTAK'ın özellikle bu küçük araştırıcıları desteklediği alanlarda 1002'den başlayın da 1001, 1003, 1005 ve 1007 diye gidiyor projeler. Bu destekleri tabana yaymak gerekiyor. Özellikle araştırmayı tabana yayabilmek için örneğin 1002 ve 1001 proje desteklerinin aslında bence üniversiteler tarafından verilmesi gerekiyor. Batıdaki örnekler de böyledir. Amerikan üniversitelerine gittiğiniz zaman bizdeki 1002, 1001 kapsamındaki ve büyüklüğündeki projeleri üniversitelerin kendilerinin verdiğini görüyoruz. Yani şu andaki rakamlarla konuşacak olursak 500 bin lira, hatta 1 milyon liraya kadar olan proje destekleri üniversitelerin kendilerinin dağıtması gerekiyor ve burada şu soru akla geliyor; Üniversiteler parayı nereden bulacak? TÜBİTAK elindeki bu imkanları üniversitelere devredebilir. Tabii ki bunu denetlemek şartıyla. Denetim için her yıl üniversitelerden belli sayıda makale, patent gibi parametre isteyerek bunları izleyebilir ve bu yarışta geri düşen üniversiteyi devre dışı bırakıp, yeni üniversiteleri havuza katarak bu şekilde araştırmanın tabana yayılmasını sağlayabilir. Bu, aynı zamanda ülkemizde araştırma kültürünün gelişmesine de katkıda bulunacaktır.

    Sağlıkta konu çok daha çeşitli, yani bir moleküler biyolojisinden tutun klinikte uygulamaya kadar o kadar çok çeşitli alan var ki, her alanda uzman kişi bulmanız mümkün değil. Diyelim ben kanser tedavisiyle ilgili proje verdiğim zaman bir moleküler biyolog ya da başka bir temel bilimci proje hakemi olarak yer alıyor ama sizin bir klinisyen olarak verdiğiniz projeyi algılayıp, oradaki amacınızı yakalaması zor olabiliyor. Bu, kişinin yetersizliğinden değil, alanın çok farklı olmasından kaynaklanıyor. Onun için bu tür teşviklerin daha çok üniversiteler eliyle dağıtılmasında fayda olduğunu düşünüyorum.

    Üçüncü önerim; Ar-Ge teşviklerinin biraz daha hedefe yönelik olması gerekiyor. TÜBİTAK bunu zaman zaman çeşitli çağrılarla yapıyor ama bunun yanı sıra TÜBİTAK’ın çok genel çağrıları da var. Toplumla ilgili öncelikleri dikkate alarak, spesifik konularda Ar-Ge teşviklerinin yapılması daha yararlı olur diye düşünüyorum.

    Dördüncü olarak da belli alanlarda mükemmeliyet merkezleri kurulmalı. Neler olabilir? Şimdi sağlık konusunda konuştuğumuz için örneğin kanser olabilir. Bu mükemmeliyet merkezleri olarak kanser, enfeksiyon hastalıkları, kronik hastalıklar ve nadir hastalıklar düşünülebilir.

    TÜBİTAK’ın COVID-19 nedeniyle oluşturduğu COVID-19 Türkiye Platformu’nun da bir üyesiyim ve orada bir COVID-19 aşısı projemiz var. Projemiz klinik çalışma aşamasına geldi. Şu anda bu projemizin klinik çalışmasını yapmak üzere girişimleriniz devam ediyor. Burada kastettiğimiz mükemmeliyet merkezlerinin, üniversitelerimizin şu andaki klasik araştırma merkezlerinden farklı bir anlayışla kurulması gerekiyor. Özel sektöre açık ve bulunduğu bölge ile bölgedeki bütün akademisyenlere, araştırmacılara açık bir yapısının olması gerekiyor. Diyelim kanser mükemmeliyet merkezini Ankara Üniversitesi’nde kuracaksak bu, Ankara bölgesindeki bütün kanser araştırmacılarına ve küçük girişimcilere hitap edebilmeli. Altyapıyı herkesin kullanabilmesi, tabii
    belli kuralları belirledikten sonra, onlara açık olması gerekiyor. Yani üniversitelerin tekeline bırakılmamalı bu iş. Böyle olursa, merkezden alacağınız verim çok farklı olur. Bölgeyi kalkındıran bir merkez haline gelir. Üniversitede bir kaç kişiye kadro sağlayan imkan sağlayan merkezler olmanın ötesine geçer ve ülkenin Ar-Ge alt yapısına hizmet eder. Bu mükemmeliyet merkezlerinin bir avantajı da şu: Yeni bir durum ortaya çıktığı zaman hızla vaziyet alıp, duruma adapte olabilirsiniz. Ne demek istiyorum. Örneğin corona pandemisi çıktı. Bunun için ne gerekiyor? Tamam temiz olmaya, sosyal mesafeye dikkat edeceğiz ama aşı gerekiyor, yani pandemiyi kırabilmemiz için aşı lazım. Bu aşıyı üretebilmek için de bizim de böyle bir merkezimiz olsaydı örneğin daha önceki yıllarda aşı geliştirme faaliyetlerinde bulunmuş olsaydık, çok kısa sürede biz de -işte bugün Almanya, Amerika, Çin ve İngiltere gibi- Faz-3 çalışmalarına başlıyor olabilirdik. Biz hala Faz-1 çalışmalarını nasıl yapacağız diye onun sıkıntılarını yaşıyoruz.

    Ülkemizde ilk vaka 11 Mart'ta görüldü. Biz 31 Mayıs itibariyle hayvan çalışmasını tamamlayarak geliştirdiğimiz aşıyı klinik çalışma aşamasına getirebildik. Ağustos ayını bitirdik Eylül ayına geldik hala Faz-1 çalışmaya başlayabilmek için girişimlerimiz devam ediyor. Şimdi bunu nasıl yapabildik? Yani iki ay içinde biz nasıl klinik çalışma aşamasına getirebildik. Çünkü biz 20 yıldır gen tedavisinde çalışan bir merkeziz ve daha önce kanser tedavisi için aşılar geliştirdik. Elimizdeki bu ürünü coronavirüse adapte ettik ve iki ay gibi kısa bir sürede hayvan çalışmasını tamamlayarak klinik çalışma aşamasına getirdik. İşte mükemmeliyet merkezi dediğimiz de bu.

    Beşinci önerim; startup şirketlerinin yaygınlaştırılması. Özellikle teknokentlerde bunların yaygınlaştırılması. Daha çok akademisyenlerin ve genç araştırmacıların kuracağı startup şirketlerin yaygınlaştırılması önemli bir başlık. Bu şirketlerin de gerçekten fonksiyonel olması lazım. Yani tabela şirketinin ötesinde olması lazım. Ne yazık ki şu anda teknokentteki şirketlerin, özellikle akademisyenlerin kurduğu şirketlerin büyük çoğunluğu tabela şirketi durumunda. Böyle olmak zorunda. Çünkü teknokentlerde laboratuvar altyapımız yok. Üniversitelerimizin araştırma laboratuvarları bu şirketlere ve özel sektöre açılması lazım. Yani üniversitelerimizde kullanılmayan atıl bir yapı var. Bu yapının çok hızlı bir şekilde bütün araştırmacılara açılacak şekilde düzenlemesi gerekiyor. Özellikle teknokentler ile bunun sağlanması mümkün olabilir.

    Altıncı ve son önerim de Ar-Ge çalışmalarının sonucunda üreteceğiniz ürünlerin ticarileşmesi aşamasında regülasyonlar bağlamında bazı sorunlar var. Bazı regülasyonlarımızın yeniden düzenlenmesi gerekiyor. Burada rekabet kurallarını da dikkate alarak, özellikle küçük ve yerli girişimciyi koruyacak şekilde bu regülasyonlar yeniden düzenlenmeli ki, insanların önü açılabilsin.

    HÜSEYİN KARSLIOĞLU: Ben kendi uzmanlık alanım gereği konuya reel sektör ve finansman kaynakları açısından bakmak ve değerlendirmek istiyorum. Şimdi sağlık sektörü desteklenmeli mi? Kesinlikle desteklenmeli, orada herkes hem fikir. Ama cari açık, yönünden de baktığınızda öncelikli olarak desteklenecek sektörlerin başında gelmeli. Peki şimdi destek konuşuyoruz, teşvik konuşuyoruz. Türkiye’de bu destek ve teşvikler var. Bunlar neler? Bunların detayına kesinlikle girmeyeceğim ama destek dediğimiz, bir konuda hibe almak demektir. Teşvik dediğiniz ödeyeceğiniz bir şeyi ödememek demektir. Yani bir vergi ödeyecekken, ödememek demektir.

    Ben 25 yıldır reel sektörde kendi adıma yaklaşık 300 kişilik bir ekiple danışmanlık yapıyorum. Danışmanlık yaptığımız firmaların yaklaşık yüzde 80’i Ar-Ge odaklı üretim yapan firmalardan oluşuyor. Şimdi burada Türkiye’de destek ve teşvikler diye baktığınızda, ülkemiz dünyada çok rekabetçi bir yerde. Bu destek ve teşviklerle ilgili şöyle bir örnek söyleyeyim; bir Ar-Ge projesini doğru yönetirseniz bu alanda yapmış olduğunuz harcamanın yüzde 90’ını geri kazanırsınız.

    Teorik rakamı söylemiyorum, pratik rakamlarla konuşuyorum. Bu dünya ortalaması için çok rekabetçi bir oran. Dolayısıyla bu alandaki rekabetçiliğimizi öne çıkarmak lazım. Kendi uzmanlık alanımdan baktığımda sanki bir şeyi ıskalıyoruz gibi geliyor. Bu faaliyetlerdeki disiplinlerarası olayı ele almamız lazım ama disiplinlerarası kadar bu ekosistemdeki bilişenlerin arasındaki senkronizasyonu da ortaya çıkarmamız lazım. Ne demek istiyorum? Burada üç tane bileşen var; “Hastane ve Sağlık Bakanlığı” yani kamusal otorite, “Üreticiler” ve “Finansman”. Eğer siz finansman tıpasını boş bırakırsanız havuzu doldurmanız mümkün değil. Dolayısıyla finansman modellerini dizayn etmeden buradan ileriye gitmemizin çok mümkün olduğunu düşünmüyorum.

    Böyle baktığınızda bir veri daha paylaşmak istiyorum. Bugün itibariyle Türkiye'nin Ar-Ge harcaması gayrisafi milli harcamasındaki oranı yüzde 1'i geçti. İdeal ve gitmek istediğiniz ne? Kimlerle rekabet ediyoruz? Rekabet ettiğimiz ortalama yüzde 3. Demek ki bizim üç kat daha Ar-Ge’ye yatırım yapmamız gerekiyor.

    Özel sektöre Ar-Ge harcaması yaptıracak metodlar geliştirmemiz lazım. Bir hocam fonlardan bahsetti. Bu, çok kritik nokta. Girişim sermayesi yatırım fonları. Bu manada 2-3 yıldır önemli düzenlemeler var. Türkiye'de bunun üstüne gitmemiz lazım. Burada bir kümelenmeden bahsettiniz ya da nasıl bir yapı olması gerekir? Bir STK olarak girişim sermayesi yatırım fonlarına neden sağlık sektöründe ihtisas fonları kurulmalı? Buradaki “Türkiyeli kaynaklar nelerdir, ihtiyaçlar nelerdir, hangi konularda rekabetçi olabilir?” diye veriler ve raporlar öğretmemiz lazım. Bugün artık herkes veriyle ve raporlarla işlerine bakıyor ve buna göre dizayn ediyor. Dolayısıyla burada onları ıskalamamamız gerektiğini düşünüyorum.

    Özellikle kamu destekleri açısından baktığınızda benim 25 yılık tecrübem şunu söylüyor; zamansız olarak kamu desteği alırsanız ve kamu desteği üzerinden firmanın geleceğini planlarsanız batarsınız. Bunu, tüm disiplinlerle yani pazar araştırmasıyla ticarileştirme ile globalleşmeyle destekliyor olmanız gerekir. Kamu tabii ki çok önemli ama özel sektörü bu işin içine çekmeden yeni dünyada fark yaratmamız bence mümkün değil. Burada ıskalamamamız gereken konulardan bir tanesi de Türkiye’deki KOBİ’ler. Türkiye’deki şirketlerin yaklaşık yüzde 95'i KOBİ’lerden oluşuyor. Dolayısıyla bizim KOBİ’leri ihmal ederek özel sektör yatırımlarını ve dünyadaki finansmanı Türkiye’ye çekmeyi ihmal ederek doğru strateji kurma ve bunu yönetme şansımız kesinlikle yok. Dolayısıyla KOBİ’leri de bu çalışmaların içine mutlaka dahil etmek gerekir. Bu anlamda da Türkiye'de eksik olan bir şey, siz akademik açıdan ortak proje yapma konusundaki problemden bahsettiniz. Ben de reel sektördeki izdüşümünden bahsediyorum. Birleşme ve ortak projeler. Biz Türkiye'de ortak proje yapamıyoruz ama artık yeni ekonomik dengeler, yeni dünya düzeni bizi birleşmelere itiyor. Bu manada da Gaziantep'teki bir üretici ile İstanbul'daki bir proje yapan firmayı birleştirebiliyor olmak lazım. Sadece proje birleşiminde bahsetmiyorum, kurumsal birleşmelerin özendirilmesi ve desteklenmesi gerekir.

    Laboratuvar ve araştırma merkezlerine yine çok sık değinildi. Kamunun ve üniversitelerin elinde olan laboratuvarların reel sektöre ve projelere çok hızla ve çok planlı bir şekilde açılması gerekir. Bu nasıl olur? Bunların envanteri yapılmalı ve detaylı proje yapanlarla çok sık paylaşılmalı. Bu veriyi mutlaka toplumla, girişimci ve KOBİ'lerle paylaşıyor olmamız ve özenli olmamız lazım. Ama bir şey daha ekleyeceğim ben burada. Biliyorsunuz Türkiye Varlık Fonu kuruldu. Varlık Fonu ve Kalkınma Bankası aracılığıyla Türkiye, dünyadaki farklı araştırma laboratuvarlarını ve merkezlerini, buradaki reel sektör firmalarına yatırım yapabilir hale getirebilir. Türkiye'deki şirketler ile onları ilişkilendirebilir. Sadece lokal bakmamalıyız dünyadaki örneklerine ve dünyada fırsatları değerlendirmeliyiz.

    Asya'da bir laboratuvara Varlık Fonu’nun yatırım yapıp, buradaki projelerle ilişkilendirmesi ya da tersini mutlaka dikkate alması gerekir. Onun için de bu tip platformların kamuya raporla belli etmesi gerekir ve bunu da belli periyotlarla mutlaka yapması gerekir diye düşünüyorum.

    Cenk Bey’e katılıyorum. Sağlık sektörünü savunma sanayii ile çok karşılaştırdık. Bence bir hata yapıyoruz o da şu: Savunma sanayii 15-20 yılda büyük atak yaptı doğrudur ama 15-20 yıl önce atak yapmaya başladığında çok büyük 5-10 tane dev firma vardı. Dolayısıyla savunma sanayii ile sağlık sektörü arasındaki fark, sağlık sektörü globalleşmeye başlarken savunma sanayinde olduğu gibi işte ASELSAN, HAVELSAN ve ROKETSAN gibi büyük dev firmalarının olmamasıydı. Dolayısıyla sağlık sektöründe benzer stratejiyi uygularsak sınıfta kalırız.

    Savunma sanayiyle ilgili ihracat yapmak üzere kurulmuş kurumlar var. Bu kurumlar “Nerelere ihracat yaparım?” diye önemli araştırmalar yapıyor ama ne için yapıyor. Biz de burada geliştirebileceğimiz projeleri ve ürünleri onların menüsüne ve yanına ekleyip beraber ihracat yapmayı ve o zaten hazır döşenmiş kanalları kullanmayı öğrenmemiz gerekir. Tekrar kanal maliyetine girmemek için bu yapılmalı. Aynısını üretim için de söylüyorum. Biraz önce Reşat Hoca’nın dediği gibi nakit akışı üretemeyecek üretim altyapıları var. Bunlar artık kendini belli ediyor. Bölgesel olarak biz bunları tespit edip, söz konusu sanayicilerle toplantılar yapıp, atıl durumda olan üretim kapasitelerini sağlıkla ilgili üretim, kapasite dönüştürmeyle ilgili çalışmalar yapılması gerektiğini düşünüyorum. Bu manada kamusal otorite burada sadece para vermemeli, bu tip düzenlemeler de yapmalı. Üretim kapasitelerini, artık modası eskimiş nakit akışı ve kârlılık üretemeyecek, sürdürülebilirlik sağlamayacak sektörlerdeki sanayicimizin sağlık sektörüne dönüşümüyle ilgili bir insiyatif geliştirmemiz gerekir.

    Ben ayda ortalama 50’ye yakın proje dinliyorum. Dinlediğim projelerin de yüzde 70'i yazılım odaklı projelerden oluşuyor. Bunun kayıtlara geçmesi için fikrimi filtresiz söyleyeyim; en az kötü olduğumuz sektör; yazılım. En iyi olduğumuz diyemiyorum ama en az kötü olduğumuz sektör, yazılım. Orada önemli bir kasımız var. Bu kası sağlık sektörü ile ilişkilendirmek için daha atak olmamız lazım. Örneğin oyun sektörü. Türkiye’de oyun sektörü giderek gelişiyor. Neden? Çünkü insanlar bu alanda para kazanıyor ve çabuk para kazanıyor. Oyun sektöründeki alt yapıyı, sağlık sektörüne nasıl uyarlayabiliriz, bu konuda yine inisiyatifler geliştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Gençlerden ve girişimcilerden bahsettiniz. Girişimcilerin sağlık sektörüne girmesi için ve finansman sahiplerinin sağlık sektörüne girmesi için şunu bilmeleri lazım: Sağlık yatırımları çok uzun soluklu bir yatırım. Bunu ortaya koymanız lazım ama baktığınızda; kârlılığı ve sürdürülebilir parametreleri de gayet iyi. Ama konuya global açıdan bakarsanız, sağlıkta bilimsel altyapı istenen noktada değil ama bu işe başlayabilecek ve geliştirebilecek noktada olduğunu söyleyebiliriz. Bu sektörün kârlılık ve sürdürülebilirlik açısından dünyanın en kritik sektörlerinden biri olduğunu iyi anlatmanız gerekir.

    Türkiye'deki üniversitelerdeki uyuyan patentlerin reel sektöre kazandırılmasıyla ilgili yine bir insiyatif başlatılması gerektiğini düşünüyorum. Özellikle sağlık sektöründeki bireysel patentleri dikkate alarak, o patent bileşenlerini dikkate alarak önemli atılımlar yapmak gerekir.

    Türkiye’de girişim sermayesi yatırım fonları kuruluyor. Neden sağlıkla ilgili bir ihtisas fon kurulmasın. Türkiye’de 20-30 milyon dolarlık bir projenin ve inovasyonun başlaması için çok büyük kaynaklara gerek yok. O yüzden bu girişim sermayesi yatırım fonlarını da radara almamız gerektiğini ve bu konuda da sağlık sektörüne yönelik ihtisas veya yeni vergisel düzenlemeler yapılması gerektiğini düşünüyorum.

    Sadece A bizi bir yere götürmez, sadece Y bizi bir yere götürmez, sadece üretim bizi bir yere götürmez, sadece satmak bizi bir yere getirmez. Dolayısıyla araştırma enstitüleri, Teknoparklar, Teknoloji Transfer Ofisleri, Ar-Ge merkezleri, organize sanayi bölgeleri ve serbest bölgelerin birlikte hareket etmesi gerekir. Burada da koşucu fonksiyonu da TTO’ların alması gerektiğini düşünüyorum.

    PROF. DR. GÜNER DAĞLI: Müsaadeniz olursa yine konuşma sırasına göre tüm arkadaşlarıma birer ikişer dakika son söz vermek istiyorum.


    PROF. DR. FEZA KORKUSUZ: Sayın rektörüm gerçekten çok teşekkürler. Bizim açımızdan da çok verimli bir toplantı oldu. Birkaç noktaya dikkati çekmek isterim. Hakan hocam; “TÜBİTAK 1002 ve 1000'leri üniversitelere bırakabilir dedi. Evet başkan beye bende önerdim 1002’lerle doğrudan üniversitelerin BAP birimleri ilgilenebilir dedim. 1001’ler tartışılabilir. Burada inovasyon gerekiyor ancak mesela 1005 programımız var biz bunun analizlerini düzenli aralıklarla yapıyoruz. 1005’te aslında; “Elimde bir teknolojim var, çok da özgün bir fikrim yok. Biraz daha araştırma yapıp ben buna daha sonra patent alıp sanayi boyutuna taşımak istiyorum” diyor hocalarımız. Fakat burada bize mesela gelen proje sayısı az. Gelen proje sayısının dışında tamamlanan projelerinde sanayiye gitmediğini görüyoruz. Burada sıkıntı var. Sıkıntı da şu; gerek kamu, gerek üniversitelerimiz gerek de özel sektörümüz açıkçası araştırma yapılması gerektiğinin farkında değil.

    Örneğin geçtiğimiz Kasım ayında Tayvan'a gitmiştim. Tayvan'daki teknoloji şirketlerine baktığımız zaman devletten çok az destek alarak araştırma yapmaları gerektiğinin farkındalar. Yani bu kavramın bizde de yerleşmesi lazım. Pek çok konu konuşuldu ama güzel olan bir noktanın altını çizerek isterseniz son sözü söylemiş olayım. COVID-19 çıkmadan önce biz çok farklı konuları konuşuyorduk ama COVID ile birlikte biz biraz daha fazla bilimi, araştırmayı, eğitimin merkezine hatta lisans düzeyine, araştırmayı yerleştirmemiz gerektiğini ve mümkünse uygulamayı öncelik olarak almamız gerektiğini fark ettik.

    Türkiye, Dünya Ekonomik Formu-Global Rekabet İndeksi’nde 142 ülke arasında inovasyon kapasitesi sıralamasında 71. sırada. Kişi başına düşen milli gelire oranla bu oldukça gerilerde bir konum. Yani ülke kaynaklarının araştırma ve uygulama merkezli eğitime kaydırılması gerekiyor

    Gelecekte neler yapabiliriz konusunda ise şunları sıralamak istiyorum;

  • Tek disiplinin çözemeyeceği konularda disiplinlerarası çalışma ikliminin önceliklendirilmesi
  • Kamu-Üniversite-Sanayi işbirliğinde
    kliniğe geçiş öncelenmeli,
  • Nano-Tıp (in vitro tanı testleri ve anti-
    kanser ilaçları başta olmak üzere) dünya pazarına çıkabilmeli. Bu pazarın hacmi 2014'te 100 milyar dolardı ve giderek artıyor. l Tele-Tıp konusunda Sağlık Bakanlığı ile birlikte çalışılarak adım atılmalı
  • Yapay zekanın akılcı kullanımı planlanmalı l Büyük verinin işlenmesi için Sağlık Bakanlığı ve Sosyal Güvenlik Kurumu ile iş birliği planlanmalı
  • Giyilebilir teknoloji ile iletişim teknolojisi entegre edilerek evde monitorizasyon için girişimde bulunulmalı.

    PROF. DR. MELİH BULUT: Ben şunu vurgulamak istiyorum: özellikle 2000'lerden başlayarak bilim ve teknoloji devrimi çağı yaşıyoruz. Yani bu tarım devriminden beri yaşadığımız süreci geride bırakıyoruz. Onbinlerce yıllık ve birikimi bütün kurumlarıyla, alışkanlıklarımızı, zihniyetimizi de geride bırakarak insanlık olarak yepyeni bir döneme giriyoruz. Şimdi burada tabii eskiden yararlanacağız elbette bir günde de geçiş olmayacak. Hele ki sağlık, tıp gibi alanlarda birçok mottomuz geçerli olacak ama, bizim gibi insanların yapması

    gereken; herşeyi sorgulamamız gerekiyor. Okul gerekli mi? Ne kadar gerekli? Eğitim nasıl yapılacak? Yani bütün bu kurduğumuz kurumlar yeni baştan sorgulanmaya muhtaç. Bilim ve teknolojik devrimi bu kadar hızlı değil. Bir de üstüne korona geldi. Tabii bir tusunami gibi herkesin her şeyin üstünden geçiyor. Sağlık, yaşam bilimleri, biyoteknoloji çok öne çıkıyor. Bizden çok beklenti oluşacak. Aşı, yarın öbür gün ilaç… Bütün bunlar bizden yani sağlıkçılardan beklenecek. Bu donanıma hazır olmalıyız. Ben burada Türkiye'nin çok büyük şansı olduğunu düşünüyorum. Bilhassa dijital sağlık, yapay zeka konularında önümüzün çok açık olduğunu düşünüyorum.

    Hepimizin zihniyet dönüşümünü, bilim devrimine uygun şekilde yapmamız gerekiyor. Üniversite olarak, kişi olarak, devlet olarak ülke olarak bunu yapmamız gerekiyor. Yoksa işimiz zor. Yapabilirsek önümüz çok parlak, gerçekten başarabiliriz. Buradaki önerilerin inanın onda biri gerçekleşse çok farklı bir yerde oluruz. Türkiye'nin sağlık ve yaşam bilimlerinde yüksek katma değerli üründen başka bir çıkış yolu yok. İhracattan, iş birliğinden, inovasyondan başka bir çıkış yolu bulunmuyor. Buna göre planlarımızı yapmalıyız. Tekrar çok teşekkür ederim.

    PROF. DR. GÜNER DAĞLI: Ben teşekkür ederim hocam. Açılışta da dediğim gibi en büyük görev aslında bize düşüyor. Genç çocukların, genç araştırmacıların önlerini açmamız lazım. Mevzuattan şikayetleri azaltmamız lazım biraz cesaretlendirmemiz lazım ama yapabiliriz kesinlikle yapabileceğimize inanıyorum.

    PROF. DR. ERDAL ÇELİK: Hocam öncelikle çok teşekkür ederim. Bu toplantıdan hakikaten çok etkilendik ve bilgilendik. Güçlerin birleşmesi lazım bunu birleştirdiğimiz zaman hakikaten önümüzde kimse duramaz diye düşünüyorum.

    PROF. DR. GÜNER DAĞLI: Aynı kanaatteyim hocam. Ağzınıza sağlık teşekkür ederim.

    PROF. DR. CENGİZHAN ÖZTÜRK: SANKO Üniversitesi’ne ve Turkishtime’a teşekkür ediyorum. Çok değerli konuşmacılardan değişik fikirlerin sunulduğu bir toplantı oldu. Yolumuz uzun, devam edelim. Ben umutlu olan tarafta kalmaya niyetliyim. Teşekkürlerimi iletiyorum sizlere.

    PROF. DR. BERRAK ÇAĞLAYAN YEĞEN: Ben de çok teşekkür ederim. Bu toplantı benim için de son derece verimli oldu. Fikirlerin konuşulduğu, tartışıldığı ve bir rapor haline getirileceği iyi bir toplantı olduğunu düşünüyorum. Herkese de katıldığı için çok teşekkür ediyorum.

    ENİS SONEMEL: Sözlerimi Amerikalı yazar William Arthur Ward’dan bir alıntıyla sonlandırmak istiyorum: “Karamsar rüzgardan şikayet eder. İyimser rüzgarın dinmesini bekler. Gerçekçi de yelkenini rüzgara göre ayarlar.” Bu, gerçekçi bir toplantı oldu ve sizinle burada olmaktan çok keyif aldım. Hepinize teşekkür ederim.

    PROF. DR. GÜNER DAĞLI: Ben teşekkür ederim. Ben de bunu başkanımdan duymuştum. Bir Afrika atasözüymüş. “Hızlı gitmek istiyorsan yola yalnız çık, uzak mesafeye gitmek istiyorsan ekibinle çık” diye. İnşallah bu ekip bir çekirdek olur ve bu gibi paylaşımlarda tekrar bulunuruz.
    Daha güzel şeyler yaparız ama en azından aldığımız ya da edindiğimiz bilgilerin kendi kişisel yapımıza ve temsil ettiğimiz kuruma da çok farklı yansımaları olacağı kanaatindeyim.

    PROF. DR. HAKAN AKBULUT: Sayın hocam ben de çok teşekkür ediyorum. Çok faydalı bir toplantı oldu. Koronasız günlerde Gaziantep’te buluşmayı diliyorum.

    HÜSEYİN KARSLIOĞLU: Hocam tekrar size, üniversitenize ve Turkishtime’a çok teşekkür ediyorum. Çok değerli katılımcılar, çok güzel yorumlar yaptı ve burada çok şey öğrendim. Ben de kesinlikle umutlu olanlar tarafındayım. Başka çaremiz de yok. Hep beraber sorunları çözüp Türkiyemize destek olacağız.

    PROF. DR. GÜNER DAĞLI: Ben de Turkishtime ekibine, değerli katılımcı arkadaşlara çok çok teşekkür ediyorum. Saygılarımı sunuyorum. İlk fırsatta bir araya gelmek dileğiyle…

    Toplantının sonuç raporunu buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

    SAĞLIK SEKTÖRÜNÜ GELECEĞE TASIYACAK 10 PARAMETRE

    1- Sağlık teknolojileri odaklı kuluçka merkezlerine duyulan ihtiyaç

    Sağlık alanındaki girişimcilerin en kırılgan ve zayıf oldukları ilk dönemlerde ihtiyaç duydukları destekleri sağlamak çok kritik; bu amaçla belirli temalarda uzman kuluçkaları dünyada hem devlet kurumları, hem de özel sektör kurabiliyor. Mevcut pandemi sürecinde özellikle ihtiyacı hissedilen; aşı, tanı ve teşhis gibi alanlarda girişimcilere gerekli bilgi ve kaynak desteği vermeyi hedefleyen sağlık teknolojileri odaklı kuluçka merkezlerinin sayılarını artırmayı, yola çıkanların kapasite ve etkinliklerini artırmamız gerekiyor. Bu kuluçka merkezleri etrafında tüm gerekli paydaşlar bir araya geldiğinde ancak sağlık girişimcileri başarıya ulaşabilir.

    2- Öngörülebilir/saydam bir sağlık sistemine dönüşmek

    Sağlık sektörü, kimi zaman yöneticilerce devletin bir alt hizmet birimi olarak değerlendiriliyor, kâr amacı gütmeyen ve hizmeti maliyetine herkese yaymaya dayanan aceleci politik yaklaşımlar, bu önemli sektörün yerli kısmının uluslararası seviyede gelişmesini ve yeni yatırımların yapılmasını engelliyor. Kamu sağlık politikalarımız, sektördeki tüm paydaşların görüşleriyle, uzun vadede öngörülebilir, her aşaması saydam ve finansal açıdan da sürüdürülebilir hale acilen getirilmelidir.

    3- Global iş birlikleri için tabandan örgütlenme

    Sağlık alanında mevcut üreticilerimizi bir araya getiren kümelerin, gerek sektör tarafından gerekse de kamu nezdinde sahiplenilmesi ve desteklenmesi gerekiyor. Bu alanda hem ulusal hem de uluslararası iş birliği faaliyetlerinin artırılması gerekiyor. Uzmanlar, pandemi şartlarında gerekli hazırlıkların tabandan yapılması, bu zor günler sonrası çıkış aşamasında daha kapsamlı global iş birliklerine yoğunlaşılması gerektiğine dikkat çekiyor. Daha geniş bir çerçeveden bakıldığında da, sektörün daha kapsamlı bir şekilde tabandan başlayarak örgütlenmesini güçlendirmesi, sağlık politikalarında ve ekonomisinde yetkin aktif düşünce kuruluşları haline dönüşmeleri gerekiyor. Kümelerin; tüm ilgili sivil toplumun bir araya geldiği bu yapılara, üreticilerin temsilcisi olarak önemli katkı sağlaması bekleniyor.

    4-Altyapıları destekleyici girişimler oluşturulmalı

    COVID-19 ile birlikte dikkat çekmeye başlayan hücre kültürü ve hayvan deneyleri ile ilgili ne akademi kanadında ne de kamu kanadında bugüne kadar ciddi bir yatırım yapılmadığını ifade eden uzmanlar, oysa araştırmanın temel başlangıç yerinin bu temel tıp deneyleri olduğunu söylüyor. Bu anlamda, tıpta araştırmaların desteklenmesi için bu altyapıları destekleyici girişimlerin yapılması ve mevcut devlet kurumlarının yanı sıra araştırmaya destek sağlayabilecek vakıf/fonların kurulmasının da altyapısının hazırlanmasının gerekliliği vurgulanıyor.

    5-Bölgesel mükemmeliyet merkezleri kurulmalı

    Sağlık alanındaki mükemmeliyet merkezlerinin, üniversitelerdeki mevcut uygulama ve araştırma merkezleri (UYGAR) formatından farklı bir anlayışla kurulması gerekiyor. Özel sektör de dahil olmak üzere bulunduğu bölgedeki ilgili akademisyenlere, araştırmacılara açık bir yapının oluşturulması gerekiyor. Örneğin; “kanser ile ilgili teknik bir tıbbi cihaz odaklı ya da biyoteknolojiye dayalı bir çözüm arayan bir mükemmeliyet merkezi bir üniversitede kurulacaksa, bölgesindeki bütün ilgili araştırmacılara açık ve küçük girişimcilere ya da büyük firmalara destek olabilmeli” deniliyor. Böylece, merkezden alınacak verimin çok daha farklı boyuta taşınabileceğini belirten uzman isimler; kamudan/sektörden uzun vadeli olarak desteklenen ve ortak yönetilen uzman altyapıların, hem bir bölgeyi uzmanlaştırarak bir referans noktası haline getirip sektörel anlamda kalkındırırken, araştırmacılara da daha verimli hizmet vereceğini söylüyor.

    6-Disiplinlerarası çalışma gerekliliği

    Hiçbir bilim dalı sağlık alanında tek başına etkin bir varlık gösteremez, çözüm sunamaz. Her bilim dalı, başka bilim dallarının verilerinden, araştırmalarından sunmuş olduğu kanıtlardan beslenir ve varlığını sür-dürür. Bu nedenle de uzmanlar, sağlık sektörünü çevreleyen ekosistemin etkin ve inovasyona elverişli hale getirilmesi için hedeflenen ürün ve hizmetlerde disiplinlerarası çalışılması gerektiği üzerinde duruyor. Bu ruhta hazılanmış geniş çerçeveli ve uzun soluklu çalışmalar mut-
    laka teşvik edilmeli.

    7-Kamudaki verinin ortak kullanıma açılması

    Sağlık sektöründeki temsilciler, kamudaki mevcut sağlık verilerinin daha iyi kullanılabilmesi gerektiğini önemle vurguluyor. Temsilciler; hastaneler, ilgili sektörler ve kamunun bir araya gelerek, ülkemizde bu değerli ve eşsiz verinin potansiyelini çıkaracak ve mevcut mevzuata uygun ortak yapılar/mekanizmalar kurgulayarak, teknolojik ve inovatif gelişme için kullanmak için çözümler bulması gerektiğini belirtiyor.

    8-Yüksek katma değerli ürüne duyulan ihtiyaç

    Uzmanlar, bir çok sektörde olduğu gibi, sağlıkta da yüksek katma değerli ürün araştırma/geliştirme yetkinliklerimizi geliştirmeye ve bunların da üretimine geçmeye ülkemizde ihtiyaç duyulduğunu ifade ediyor. Hızla artan sağlık hizmeti ve yaşlanan nüfus baskısı ile artması beklenen harcama ve cari açığımızı başka türlü çözmenin mümkün olmadığını ifade eden uzmanlar, en yüksek katma değerli ürünün de sağlık sektöründe (hem tıbbi cihaz hem de ilaç) olduğuna dikkat çekiyor.

    9-Regülasyonların yeniden düzenlenmesi

    Rekabet kuralları da dikkate alarak, özellikle bazı yeni alanlarda, küçük ve yerli girişimciyi koruyacak şekilde regülasyonların sürekli olarak ve hızla düzenlenmesi gerekli olduğu vurgulanıyor. Diğer yandan sağlık alanındaki araştırmaları destekleyen kamu ve özel kuruluşların mali gücünün ve bağımsızlığının artırılması, aralarındaki koordinasyonun gelişmesi de acil ve öncelikli beklentiler arasında yer alıyor.

    10-Global pazardan alınan payın artırılması

    Uzmanlar, 3 milyar doları geçmesi beklenen tıbbi cihaz pazarımızın 300 milyar dolar üzerine çıkmış olan dünya pazarındaki payının sadece yüzde 1 olduğunu belirtiyor. Bu noktada kurulması gereken ulusal temel çerçevenin; “mevcut potansiyeli, insan gücünü, üniversitelerin gelişen alt yapısını, kamunun artan motivasyonunu ve desteklerini kullanarak, bu 300 milyar dolarlık pazardan daha fazla nasıl pay alabiliriz” şeklinde kurgulanması ve buna uygun olarak mevcut kamu yaklaşımlarının hızla revize edilmesi gerektiği ifade ediliyor.

  •