AR-GE 250


SAKARYA 1. ORGANİZE SANAYİ BÖLGESİ

turkishtime

Sakarya 1. Organize Sanayi Bölgesi sektörel açıdan incelendiğinde ağırlık otomotiv yan sanayi olmak üzere tekstil, metal işleri, makine imalatı, elektrik - elektronik, inşaat ve ilaç sektörü temsilcilerinden oluşuyor. Bölgede, tahsisi yapılan arsalardan 62 adedinde kurulu fabrikalarda üretim devam ederken, bu işletmelerde ekonomideki dalgalanmalara bağlı olarak da 6500 ile 7500 civarında işçi çalışıyor.

SOSB, 318 OSB içinde yasalara uyum, çevre, ucuz enerji ve diğer altyapı hizmetleriyle en iyi durumdaki OSB'lerin başında geliyor. Gelişen teknoloji ve yeni talepler paralelinde yeni yatırım çalışmaları ise devam ediyor. SOSB'un en önemli projesi olarak genişleme çalışmaları öne çıkıyor.

Genişleme alanı 1 ve 2. Etap ile ilgili kamulaştırma işlemleri, bölgenin kuzey yönüne doğru genişlemesi düşünülen alan içindeki mevcut imar planında; teknik sosyal altyapı alanı, Dörtyol Kooperatifi, Galericiler Kooperatifi, kreş, dini tesis alanı, park ve ticaret alanı planlandı.


Prof. Dr. A. Ercan Gegez: Ortak Akıl Toplan­tıları'ndan geçen yıl Marmara Bölgesi'nde yer alan OSB'lerde toplam 12 adet gerçekleştirdik. Bu toplantımız, şehir OSB'leri bazında yaptı­ğımız ilk toplantı oluyor. Sakaryalı sanayici­ ler olarak ev sahipliğiniz ve gösterdiğiniz bu yoğun ilgi için sizlere çok teşekkür ediyoruz. Halk Bankası'na da teşekkür etmeden geçe­ meyeceğim. Çünkü gerçekten bu işteki katkı­ları çok büyük. Onların sayesinde bu toplantı­ları yapabiliyoruz.

Ortak Akıl Toplantıları'ndaki temel hedefi­mizi; OSB'lerde ulusal ve küresel anlamda şir­ketlerin rekabetçi üretim ve pazarlama yapa­bilmesini sağlayacak, onlara çözüm önerileri getirecek fikirleri ateşlemek, bunları ortaya çı­karmak olarak belirledik. Ortak Akıl Toplantı­ları'nda 10 maddelik birer eylem planı çıkartı­lıyor ve sonuçlar, 1000 adet kağıt baskı, 4500 adet de dijital bir baskı yoluyla Cumhurbaşkan­lığından bakanlıklara kadar ilgili tüm kamu kurumlarına ve Sakarya ekonomisine etkide bulunabilecek her türlü ticari, kurumsal mer­cilere postalanıyor. Ben lafı daha fazla uzat­madan kısa bir sunuş için Halk Bankası'ndan Sayın Hakan Başaran'a söz vermek istiyorum. Sonrasında başkanıma söz vereceğim.

Hakan Başaran: İş dünyasının değerli temsil­cileri, Ortak Akıl Toplantısı'na hoş geldiniz. Bu sezonun ilk toplantısında Sakarya'da olmaktan dolayı kendimizi mutlu hissediyoruz. Ekonomi­mizdeki istikrarlı yükselişin devam etmesi adı­na Bankamız olarak elimizden geleni yapmaya yeni dönemde de devam etmekteyiz. İş dünya­sının güvenilir bir destekçisi olarak reel kesim ve finans sektörü arasındaki uyumu sürdürmek üzere Banka olarak üstümüze düşeni yapıyoruz. Başta KOBİ'lerimiz olmak üzere, ekonomiye değer katan, üreten ve istihdam oluşturan her fir­manın kesintisiz yanında olmaya çalışıyoruz. Firmalarımızın finansman ihtiyaçlarının kar­şılanması noktasında Bankamız gerek mevcut ürünleriyle, gerekse de yeni ürün ve hizmetler geliştirmek suretiyle müşterilerimizin güvenine layık olmaya çalışmaktadır. Bu anlayışla müş­terilerimizin ihtiyaçlarına özel çözümler üre­tip, her fırsatta siz değerli sektör temsilcileriyle de bir araya gelip sizlerden gelen talepleri kar­şılamak üzere yeni ürünler tasarlamak nokta­sında da AR-GE çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Halk Bankası olarak, ekonomimizi daha güçlü hale getirecek uzun vadeli yatırımları ülkemi­ze çekecek olan projelerin finansmanı için kay­nak yaratmaya da devam edeceğiz. Sözü toplantı konumuza getirirsek, doğu-batı arasında köprü görevi gören bu coğrafya bizim için çok önemli, bu nedenle buraya bir bölge koordinatörlüğü kurduk. Kocaeli Bölge Koordinatörümüz Okan Saraç Bey de aramızda bulunuyor. Sözü ona devrederken, toplantımızın verimli geçme­sini umuyor ve katılımlarınız için hepinize tek­rar teşekkür ediyorum.

Okan Saraç: Bölge koordinatörlüğümüz 2001 yılında kuruldu. Koordinatörlüğümüzün kurul­masında katkıda bulunan Mustafa Çödek Bey şimdi genel müdür yardımcımız ve bölgeyi çok iyi biliyor. Kocaeli Bölge Koordinatörlüğü ola­rak, Adapazarı, Düzce, Bolu, Karabük, Zongul­dak, Bartın illeri de kapsama alanımızda. Top­ lantının hayırlı olmasını diliyorum, teşekkür ediyorum.

Mustafa Gültepe: Bütün sanayici arkadaşlara, siz değerli misafirlerimize hoşgeldiniz diyorum. Bir seneden beri yeni yönetimle beraber OSB'de yöneticilik yapıyoruz. Çoğu firma sahibi ve bi­zim, 2000 yılından başlayan bir sanayicilik geç­mişimiz var burada. Sakarya OSB gerçekten gü­zel bir OSB. Özellikle çevre anlamında, konum anlamında, ürettiği değerler ve çalıştığı insanlar anlamında farklı bir yeri ve konumu var. O yüz­den bu tür bir toplantıyı gerçekleştirmek bizler için de önemli.

Sanayi, Türkiye için olmazsa olmaz, vazge­çilmez unsurlardan bir tanesi. Özellikle üretim anlamında söylüyoruz. Türkiye üretmeli, çün­kü ancak üreterek bir noktaya gelebilir. Şu anda Sakara OSB'de 60 firmamız var. Yeni gelen fir­malarla birlikte yaklaşık 120 firmaya ulaşan bir sanayi topluluğundan bahsediyoruz. OSB'mizde 10 bin çalışan var. Bu rakamın takviyelerle bera­ber, ileriye dönük olarak 20 bine çıkması plan­lanıyor. Sanayinin çok önemli olduğu bir nok­tada OSB'lerin konumunu çok daha farklı bir noktaya taşımamız gerekiyor. Sanayicilerle be­raber, sizler gibi değerli misafirlerimiz ve akade­misyenlerimizin de katkısıyla bu OSB'yi farklı noktalara getirmek istiyoruz. Eksiklerimiz, faz­lalıklarımız nedir? Ne yapmamız gerekiyor? Bu toplantının, en azından bundan sonraki çalış­malarımız için bize bir anahtar olacağını düşü­nüyoruz. Hepiniz hoş geldiniz.

Prof. Dr. A. Ercan Gegez: Öncelikle şu nokta­dan başlayalım; OSB'nizin bir numaralı sorunu nedir?

Fikri Keleş: OSB'mizin imkanları gerçek­ ten güzel. Emeği geçen herkese teşekkür ede­riz. OSB'mizin bir numaralı sorunu, bu OSB'den kaynaklanan bir sorun değil belki ama az önce başkanın söylediği gibi yeni katılımla, genişle­meyle beraber 120 tane şirket, dolayısıyla 15-20 bin kişilik bir istihdam söz konusu olacak. An­cak bu elemanları nereden bulacağız? Bir nu­maralı sorun budur. Yani biz 40-50 milyonluk yatırımlar yapıyoruz ama eleman arıyoruz yok. Devletin bu işe muhakkak çok acilen el atması lazım. Yoksa rekabet gücümüzü kaybediyoruz.

Her türlü rekabet için gerekli altyapı, üstya­pı ve makina parkını kuruyoruz, eğitimler ya­pıyoruz ama sonuçta yine eleman yok. Örneğin 25 tane eleman alıyoruz, eğitiyoruz ama 10 ta­nesi işi yapamıyor. Ya kesme sıvısından etkile­niyor ya şartlara ayak uyduramıyor ya da bece­remiyor, gidiyor. Oysa bunların bana her birinin maliyeti 4 bin lira, 10 tanesi 40 bin lira. Bu soka­ğa atılmış bir para. Bir de İŞKUR üzerinden al­dığınız için bu insanları üç ay artı üç ay çalış­tırmak zorundasınız. İşe yaramadığı iki ayda ortaya çıksa da 4 ay daha tutmaya mecbursu­nuz. Yani sanayicinin ihtiyaçlarıyla devletin ön gördüğü şartlar veya imkanlar örtüşmüyor. Bazı düzenlemeler icraatçılardan bilgi alarak yapıl­malı. Yatırım yapıyorsunuz, müşteriyi buluyorsunuz, her türlü imkanı sağlıyorsunuz, fakat bu işleri yapacak elemanı bulamıyorsunuz.

Prof. Dr. A. Ercan Gegez: Bu fikre katılmayan varını?

Mehmet Mesut Nurdoğan: Ben şöyle katılmı­yorum; genel konsept olarak doğru ama aslında personel var. Fakat iş beğenmeme çok gündem­de şu anda. O kadar çok iş var  ki, çıkıyor  baş­ka bir yere geçebiliyor rahatlıkla. Yani vardiyaya bırakıyoruz diye işi bırakan çok insan var. Vardi­yaya bile kalmak istemiyorlar.

Prof. Dr. A. Ercan Gegez: Birbirinizi tamamlı­ yorsunuz aslında...

Erhan Afacan: Eleman sorunu tabii başlı başı­na çok önemli bir sorun. İş beğenmezlik ayrı bir problem fakat daha özel işlerde çok daha nitelikli elemanlara ihtiyaç var. Yaptığınız işin nite­liğine göre değişkenlik gösterebilir. Otomasyona dair işler yapıyorsanız belki daha kolay eleman bulabiliyorsunuz ama daha çok mühendislik hizmetlerine yönelik ya da çözüm odaklı işler yapıyorsanız daha özellikli elemanlara ihtiyacı­nız var. Bunlar mühendis de olsa mavi yakalı da olsa bulunması oldukça zor elemanlar. Dolayı­sıyla devletin eğitim politikasında bu tür özel­likli, kalifiye elemanları yetiştirme yoluna git­mesi gerekir. Özellikle mesleki eğitimde durum şu an itibariyle iyi değil. İş beğenmemezlik ya da insanların daha çok hizmet sektörüne yönelmiş olmaları da ayn bir problem.

Bülent Yazıcı: OSB'lerin sorunlarına girerken şunu öneriyorum ben: Nereye gideceğimizi bil­miyorsak oraya asla varamayız. Ülkenin 2023 hedefleri var. Ülkeyi bekleyen, endüstri 4.0 gibi bir sürü problemi var. Mesut Bey'e katılıyorum, böyle bir problem var. Bizim bunları aşabilmemiz için ne olması lazım? Sanayici ya da devlet ya da diğer kurumlar olarak aynı hizada değiliz. Bir fikir birliği ortada yok.

Ben bu bölgede üç aydır faaliyet gösteriyorum. Gebze'de bir fabrikamız var, ikincisini Sakar­ya'ya kurduk. Üç aydır bir kalıp ustası bulamıyo­ruz. Evet yok ama sadece mesele o değil. Burada yüksek teknoloji ekipmanları kullanan Haşim Beylerin fabrikası var, bir sürü otomasyonlar kullanıyor. Bunu onaracak adam yok. Yurtdışı­na bağlanıyoruz, oradaki adam internetten bağ­lanıyor, çözüyor. Ama bizde bunu yapacak adam yok. Endüstri 4.0 diyoruz, buna uygun adam ye­tiştirecek fakülte yok ki ülkede. 81 vilayette 81 mühendislik fakültesi var, yer gök, apartman üniversite dolu ama gelin görün ki bu gençler iş beğenmiyor. İş beğenmemesini de geçtim, nite­likli adam yok piyasada. Yabancı dil bilen ada­mımız yok. Meslek lisesi diyoruz ama endüst­ri meslek lisesine çocuk göndermek bu ülkede ayıp. Bunlara önlem alınmadığı sürece biz hep beraber debelenip duracağız.

Prof. Dr. A. Ercan Gegez: Eleman sorununu böylece belirlemiş olduk, herkes buna katılıyor. Bu sorun dışında, "Benim birinci problemim ele­man değil, şudur" diyen bir sanayicimiz var mı?

Bülent Yazıcı: Yakın olarak şunu söyleyebi­lirim; bir de enerji maliyetleri sorunumuz var. OSB'de yaşıyoruz ama enerji maliyetleri bir yıl­ da yüzde 100 katlanmış. Yani OSB'de olmanın bu anlamda bir avantajı da kalmadı. Elektriğe, doğalgaza kıyamet kadar zam geldi. Elemanı tu­talım, bunu kaynakla yapacağız, e hangi kay­nakla yapacağız? Zaten yüzde 100 orada maliye­tiniz artmış, neyle yapacağız biz bunu?

Fikri Keleş: Maliyetler konusunda devletin di­yelim, hükümetin diyelim yapmış olduğu perso­nel zammı ve diğer zamlar birbiriyle paralel de­ğil. Yani TÜFE ile ÜFE arasında dağlar kadar fark var. İşte 20-23 dediler enflasyon, üretici 26,5 zannediyorum, şimdi bu altıyı patron cebin­den ödeyecek. Her seferinde böyle olursa patron patronluktan vazgeçer. Maliyetler konusu açıl­dığında söyleyecek çok şey var. Örneğin asga­ri ücret 2020 liraya çıkarıldı. Belki az bile, işin o kısmına girmek istemiyorum ancak bu neye dayanılarak yapıldı? Hangi verilere dayanıla­rak yapıldı? "Ben 2020 lira yapıyorum" diyerek mi bu yapıldı yoksa sanayiciden fikir alındı mı? "Arkadaş senin maliyetini bu ne kadar etkiler? Rekabet gücünü ne kadar bozar?" diye biz sana­yicilerden yani icraatın içindeki insanlardan bil­gi alınmadan yapılan her türlü zam yanlıştır.

Orhan Yılgenci: Ben de firmaların, gerçi ku­rumsal yapısını tamamlamış firmalarda belki böyle bir sorun olmayabilir ama KOBİ'lerde şir­ket yönetimi konusunda yazılım programı ek­sikliğinin olduğunu düşünüyorum. Ben kendi firmamda bu sene SAP ile çalışmaya başladığım için bu sıkıntıyı yaşıyorum şu anda. Firmala rın kendi maliyetlerini iyi değerlendirebilmele­ri, üretimlerini ölçebilmeleri adına ERP ve SAP yazılımlarının yaygınlaştırılmasını, daha düşük maliyetlerle KOBİ'lerin bu tür programlara sa­hip olması gerektiğini düşünüyorum. Bu konularda ülke olarak çok eksiğimiz olduğu bir ger­çek. Üniversitelerin, özellikle bu konuda bize katkı sağlayacak yazılımları üretmeleri gereki­ yor. Fiyatları çok yüksek olduğu için, bilgi eksik­liğinden ötürü nereye gideceğinizi bilemiyorsu­nuz. Bir yola çıkıyorsunuz ama sonu belli değil. Daha kurumsal, daha güvenilir, daha basit, daha ucuz yazılımlarla KOBİ'lerin desteklenmesi ge­rekiyor.

Mehmet Mesut Nurdoğan: Bence OSB'lerin eksiklerinden biri de sosyal tesisler, kreş, semi­ner alanı gibi mekanların yokluğu. ERP konu­sunda aynı fikirdeyiz. Devletin, diğer ülkeler­ de olduğu gibi belli başlı modülleri, programları, muhasebe veya maliyet yönetimi gibi bazı mo­dülleri şirketlere ücretsiz bir şekilde dağıtma­sı gerektiğini düşünüyoruz. Bu tür modüller de çok ciddi maliyetli şeyler değil. Bunların çok rahatlıkla tasarlanıp, açık bir yazılım haline getiri­lip şirketlere dağıtılabileceğini düşünüyoruz. Bi­zim de yaklaşık 20 yıl önce başladığımız bir ERP projemiz var ve hala kendi içimizde 3-4 tane ya­zılımcı personelimizle beraber bu projemiz devam ediyor, bitmiş değil. Şu anda İnsan kaynak­larından tutun bütçesine kadar her şeyi kendi yazılımımızla yapıyoruz. Biz bunu bakanlıklara da farklı şekilde dile getirdik. Kendi yazılımımı­zı vermeyi taahhüt ediyoruz. "Üretici firma olarak kendimize özel tasarladığımız bir program ama bütün yazılım kodları açıktır" diye de ya­zılar yazdık. Her firma tek tek yüzbinlerce dolar para harcamasın, her firma kendine özel rapor­lar yapmak için aynı maliyetleri veya süreçle­ri yaşamak zorunda kalmasın, mevcut bir şeyin üzerine "custom design" ile kendisine uydurmaya çalışsın niyetinde olduğumuz için böyle bir teklifte bulunduk.

Haşim Yücel: Sakarya 1. OSB özelinde bakar­sak, sanayi bölgemizde faaliyet gösteren firmaların çoğu KOBİ ve yan sanayidir. Firma sahipliği bakımından da kuşak olarak tam kırılma kuşa­ğındayız. Geçen sene ve bu sene yaşadık, işlet­melerin bir kısmı kapandı. İkinci kuşağa bile in­tikal edemedi. Niye oldu bunlar? Çünkü işletme kurulurken pazar şartları farklıydı, birinci kuşa­ğın hızla değişen koşulları daha fazla irdeleme gücü yoktu. Pazar detaylı incelenmeden ihra­cat koşulları araştırılmadan kurulmuştu. İkinci kuşak çocuklar, ilk kuşağı teknik ve bilgi olarak geçtiği için babasının işletmesini kendi hayata bakışıyla tercih etmiyor artık. Kendisi daha bü­yük adımlar istiyor. Babanın bir ömür verdiği iş­letme ikinci kuşakta yol alamıyor. Türkiye'nin bugünkü koşullarını biliyorsunuz, yerli piyasaya iş yapmak için kurulan bir işletmenin satış ya­pamadığını ve pazarda kaybettiğini görüyoruz. Burada hiç kimseyi suçlamıyoruz. Yokluk çeken ve ülkesi için bir şeyler yapmaya çalışan müte­şebbis, iyi yetiştirilmiş bir nesil doğurdu. Tabii ki bu aşama, günü okuyabilen o çocuğun daha bü­yük atak yapmasını beraberinde getirdi. Babası­nın emaneti olan iş ona ufak ve demode geldi. Sahip olduğu koşulları büyütemedi. Artık bu ku­şak için de yeni bir sermaye ihtiyacı doğdu.

Prof. Dr. A. Ercan Gegez: Aklıma bir şey ge­tirdiniz. Bir öğrencim vardı, babası Sakarya'da ayakkabı üretiyordu. Çok da başarılı bir çocuk­tu. "Babanın işine devam etmeyecek misin?" dedim "Babam bir gün benim giydiğim ayakka­bılardan yaparsa devam edeceğim ama hala giy­mediğim ayakkabılardan yapıyor" demişti. İn­şallah babasının da yolu açıktır, çocuğun da.

Haşim Yücel: Ben konuyu şöyle açmak istiyo­rum. Müteşebbis bir iş kurarken başvurup, kapa­site belgesi alıyor... Aslında o kapasite belgesinin, kurulacak işin mevcut pazarda ya da gelecekte ne kadar uygulanabilir olduğunun bilgisini de içeriyor olması lazım. Maalesef planlama olarak ona bakılmıyor. Türkiye'de o işin kapasitesi dolu ise zaten dolu olan kapasiteye bir şirketin daha eklenmesine izin vermemek lazım. Kullandığı­mız kaynak milli servet. Parayı ve kaynakları yatırıyoruz, sonra bakıyoruz ki ürün satılmıyor. Dolmuş olan bir piyasa üzerine iş yapamazsınız. Dolayısıyla kontrol şart, küçük müteşebbis bunu yapamıyorsa kapasite raporu verecek kurumun bunu düzenlemesi lazım. Aynı zamanda kuru­mun işletmeyi yaşamı boyunca da değerlendir­ mesi gerekiyor diye düşünüyorum. Diğer bir ilave edeceğim konu, siz tabii ki özgürsünüz, özel şirketsiniz, çalışıyorsunuz ama boyunuzu aşan bir sorun çıktığı zaman sorunla baş başa kalıyor­ sunuz. Normalde iş kurarken kurumların verdi­ği teşviklerin, iş kötüye gittiği zaman da devam etmesi lazım. Burada bankacılar da olduğu için söylüyorum; bankaların bence asıl işler kötüye gittiği zaman devreye girmesi gerekli. İŞKUR'un da benim işim kötüye gittiği zaman devreye gir­mesi lazım. Şu anda İŞKUR işe alırken istihdam için çok değerli teşvikler veriyor ama diyelim işletme zor duruma düşmüş, ufak işletme, 30 tane personeli var... Alma onun kaynaklarını, bı­rak ayakta kalsın. Konu aslında yine istihdam. Onun için İŞKUR olsun devletin diğer kurumla­rı olsun, özellikle "Ben yandım" dediği anda iş­ verenin yanında olmaları gerekir diye düşünü­ yorum.

Prof. Dr. A. Ercan Gegez: Sektörleri destek­leyen bu tür kurumların doğru zamanda doğru stratejilerle işin içinde olması gerektiğini söylü­yorsunuz özetle.

Alican Yıldırım: Haşim Bey'in söyledikleri üzerine söz almak istedim. Ticaret Odası'nda da meclis üyesiyim. Sabah saat ll'de KOSGEB tem­silcisi bir arkadaş geldi, birtakım teşviklerden bahsetti. Bahsettikleri teşviklere bakıyoruz, bi­zim bugünkü toplantıda tekstilcilerin ağırlıklı olduğu bir komiteydi. Baktığımız zaman eğitim desteği var, nitelikli eleman desteği var, makina ve teçhizat desteği var ama bunları öyle kriter­lere bağlamışlar ki, mesela Antep'te bir tane fir­mada eğitim alan bir adama destek veriyor ama o desteği alacak kurum Sakarya'da yok. Dolayı­sıyla bu bölgeden o desteği alma imkanımız da yok. Biz şöyle bir şey yapmıştık; personel soru­nu birinci sorun, hakikaten katılıyorum. Örne­ğin biz ev tekstili ve abiye sektörüne aksesuar üretiyoruz. Bizde tasarım çok önemlidir. Tasa­rım desteği de veriyor KOSGEB. "Peki bu nasıl oluyor?" dedik; bu desteği de akredite olmuş beş tane firmaya eğitime giderseniz veriyorlarmış. Yani böyle bir destek yok aslında.

Biz bunu burada çözmek için, ticaret odası bünyesindeki kız meslek lisesinde bir çalışma yaptık. Dedik ki, "Her sene bize üç tane öğren­ci yetiştirin". 300 tane öğrenci var, bu sektörde çalışacak, tasarım yapacak üç tane öğrenci is­tedik. Bilgisayar programlarını temin ettik ver­dik, program desteği sağladık. Bunun üzerinede onun ürünleriyle 1-2 tane de defile düzenle­dik ki, öğrencilerin de şevki artsın, bu işe merak salsınlar diye. Ama daha sonra okulun yöneti­mi değişti ve biz işi devam ettiremedik. Aslın­da un, yağ, şeker var helvayı bir türlü yapamıyoruz. Destekler de var, KOSGEB bunu destekliyor ama doğru şekilde desteklemiyor. Bu destekle­ri okulla ve sanayicilerle birlikte sektörel bazda yapsalar, nitelikli eleman çok daha hızlı yetişir. Enerji sorunu konusunda söylenenlere de yüzde 100 katılıyorum. En az personel sorunu kadar önemli bir sorun o da. Şu anda OSB'de ol­manın organize bir yerde olmaktan başka bir faydası yok. Ekonomik olarak da yok. Dolayı­sıyla ben OSB'yi şöyle anlıyorum: Organize olun, sanayi bölgesi kurun, bu organizasyonla da ma­liyetlerinizi düşürün, dünyayla rekabet edin ama şu anda maalesef bu ortam yok diye düşü­nüyorum.

İsak Satış: Sorunuz "En büyük sorun nedir?" şeklindeydi. Bence sadece Sakarya bölgesinin değil, ülkemiz genelindeki işletmelerin en bü­yük sorunu planlama yapabilmekten çok uzak­ta olmaları... Yani geleceğe ilişkin ne finansal anlamda ne uluslararası rekabete uygun davra­nabilme anlamında ne yatırımlan yönlendirme ve yönetebilme anlamında ne de insan kaynak­larının buna uygun bir şekilde yapılandırılması anlamında çok ciddi bir planlama sorunu yaşıyoruz bence. Uluslararası rekabetin çok ciddi anlamda birçok işletmeyi etkilediği bir ortamda, endüstri 4.0'ın geçip artık endüstri 5.0 ve toplum 5.0'ın konuşulmaya başlandığı bir ortamda Tür­kiye'deki sanayi işletmelerinin buna ayak uyduramaması, bir miktar gerisinde kalması, sanayi ve teknoloji yatırımlarını zamanında gerçek­leştirememiş olması, insan kaynaklarını buna uygun hale getirememiş olması neticesinde bir kaos yaşıyoruz.

Biraz açmak istiyorum bu konuyu. Teknolojik anlamda baktığımız zaman, 2017 Şubat ayında yapılan bir araştırmanın sonucunda, zannedi­yorum Marmara Bölgesi ağırlıklı olan, 200 tane KOBİ üzerinde yapılan çalışmada endüstri 4.0'ın farkında olan işletme sayısının yüzde 22'lerde olduğu ortaya çıkıyor. Bu işletmelerin önemli bir kısmı otomotiv, beyaz eşya ve elektronik sek­töründe. Onlar da sadece farkında olduklarının farkında. Yani ne olduğunun ve buna ayak uy­durabilmenin, teknoloji 4.0'a uygun yatırımlar yapabilmenin uzağındalar aslında. Yapılan ça­lışma gösteriyor ki, aslında biz endüstri 2.5'la 3 arasında bir yere sıkışmış durumdayız. Ulusla­rarası rekabet ve finansal piyasalardaki çok cid­di dalgalanmalar yatırımları da doğal olarak et­kiliyor ve yine planlama problemine geliyoruz. Türkiye de dahil olmak  üzere  birçok  sanayici ve iş adamına, mesela 100 sanayiciye sorsanız, gelecekteki bırakın 5 ila 10 yılı, 2-3 yıla ilişkin bile yatırım planlaması yaptınız mı diye sorsa­nız önemli bir oranda "şu şu problemlerden do­layı yapamıyoruz" ya da yapıyoruz diyenlerde bile bu öngörülerin çok ciddi anlamda saptığını görebiliyoruz.

Şu anda KOBİ'lere baktığımız zaman, kuru­cu babalan, hatta bazı kuşaklarda dedeleri dü­şündüğünüz zaman, 2. Dünya Savaşı zaman­larında doğmuş, yokluk zamanlarını görmüş, bütün çilelerini çekmiş, sanayi 3.0'ın vermiş ol­duğu üretim desteğiyle "Ne üretebilirseniz üre­tin, ürettiğinizi satarsınız" mantığının verdiği güçle büyümüşler. Tabii o dönemde pazarda da doyum yok, tersine boşluk var... Fakat arkasın­dan gelen "X" diye tabir edilen kuşak, X ve Y ku­şaklan arasında çok ciddi anlamda bir kültürel farklılık var ve bu bir sonraki kuşakta aynı kül­türde devam edemiyor. Bizim şu anda hem mavi hem de beyaz yakalarda operasyon işlemlerini yürüten Y ve Z kuşaklan ise bambaşka kuşaklar. Dolayısıyla insan kaynaklan yönetiminin bugü­nün kriterlerine göre doğru yapılması gerekiyor.

Prof. Dr. A. Ercan Gegez: Sorunları dinledik ve şimdi çözüm önerilerine geçmek istiyorum. Bahsettiğimiz sorunlara çözüm önerileriniz ne­lerdir?

Ahmet Çubuk: Eleman sorunu Türkiye'nin genel sorunu, sadece bizim sorunumuz değil. Giderek de büyüyor. Ülkemize 7 milyona yakın yabancı girmesine rağmen bu sorunun azalması beklenirken, daha da kötü hale gitmeye başladı. İşin temeline indiğinizde göreceksiniz ki, veri­len destekler bu sürece çanak tutuyor. 22 mil­yon 500 bin kişiye bu ülkede destek veriliyor. 7,5 milyon kişi de yeşil kartlı. Siz köydeki çalışacak vatandaşa ayda 500 lira para verirseniz o hiçbir zaman çalışmaz.

Çözüme geliyorum. Bir defa devlet bu destek­leri kesinlikle kesecek, herkes üretime yönlene­cek. Eğitim sistemini kökten değiştireceksiniz. Eğitim sistemi değişmeden bu iş olmaz. Üniver­sitelere gidin bütün profesörler, doçentler hep­si paranın peşinde. TÜBİTAK desteği, KOSGEB desteği, Teknokent'te şirket kurma, danışman­lık ve benzerleri. Eğitim, öğretim kimin görevi? Devlet eğitim öğretime artık bu şekilde bakma­malı.

Herkes bir teşvik alma peşinde. Bu teşvikler ya kesilmeli ya da katma değer yaratacak ger­çek kişilere verilmeli. Bugün teşviklerle ilgili bir toplantı vardı. Bakın özüne, teşvik üretimi artır­mak için verilmiyor. Teşvik alıp üretimde kulla­nan çok az, ben görmüyorum. Yüzde 50'si belki başka yerde kullanıyordur teşvikleri. Bunların kesinlikle önlenmesi lazım. Bunu da yapacak merci devlettir. Devlet bir defa destekleri önle­yecek, kişileri üretime sevk edecek.

Alican Yıldırım: Türkiye'de bir İşsizlik Sigor­tası Fonu var. Bu fona ödeme yapan belli bir süre maaş alabiliyor. Bizim bölgemiz fındık  bölge­si. Yıl sonunda fındık zamanında fındığını satan adam topladığınız zaman asgari ücretin üzerin­de bir gelir elde ediyor. İçinde  de çalışma  isteği yoksa çalışmıyor. Sonra biz de burada perso­nel sorununu konuşuyoruz. Bu İşsizlik Sigortası Fonu'nun Türkiye'de daha uygulanabilir bir hale gelmesi lazım. 1-2 sene çalışıyor ondan sonra çı­kıyor, oradan da maaşını alıyor, sonra 1-2 sene daha çalışıyor. Böyle çok insan var.

Eğitimle ilgili konuda Ahmet Bey'e katılıyo­rum. Kaynaklar yanlış kullanılıyor. Üniversite mezunu işsiz sayısı çok fazla ama sanat okulu mezunu personel arayan da bir sürü firma var. Demek ki burada bir yanlış var. Dolayısıyla bu toplantılar sonucunda eğitim alanında doğru bir hamle yapması lazım bu ülkenin. Yani tekstilci­ ye göre, otomotivciye göre, bilişime göre eğitim sisteminin ayrılması lazım. 15 tane ders okuya­caklarına beş tane ders okutup o konularda uz­man insanlar yetiştirmemiz lazım. Kanada'da dört ders alıyor çocuklar.

Mehmet Mesut Nurdoğan: Dört tane maddem var çözüm önerisi olarak. İlki, ERP programıy­la alakalı olarak, biz yüzbinlerce dolarlık yatı­rım yaptığımız kendi yazılımımızı tüm şirketle­re sunmaya açığız. Daha iyi bir çözüm olur mu bilmiyorum. İkinci konu eğitimle alakalı. Özel­likle üniversite - sanayi iş birliği konusunda bir­ çok çalışma yapıldı, birçok deneme yapıldı ama bunlar bazı finans kaynaklarından dolayı in­sanlar kendilerini rahat hissettiği için çok da ve­rimli olamadı. Dolayısıyla üniversitenin birkaç finansal desteğini kısıtlamak belki de üniversi­tedeki bu tarz çalışmaların daha çok yapılması­nı sağlayacaktır diye düşünüyoruz.

Bir diğer konu da öğrenci veya akademisyen­lerin yapmış olduğu tezler... Biz bu sene bunu yapmaya çalıştık birkaç üniversiteyle birlikte. Acaba bu tezleri biraz daha pratik ve uygulana­bilir hale dönüştürebilir miyiz? Tezin içinde ya da tez haricinde sanayide uygulanabilir olma­sına yönelik projeler sunulmasını zorunlu hale getirmeyi gündeme getirdik. Sakarya Üniversi­tesi'ndeki hocalarımıza dedik ki, "Tez yapan öğ­rencilerinizi bize yönlendirin, yapacakları tez­leri şirketimizde uygulayalım, bütün finansını, bütçesini karşılayalım, yeter ki oradan çıka­cak çalışmadan biz de faydalanalım. Tezi yazan kişi de buradan pratik bir bilgi kazanmış olsun". Böyle bir çözüm önerimiz var kısacası.

Kalifiye personel konusunda özellikle meslek liseleri ve meslek yüksekokullarında yapı­lan staj çalışmaları var. Bu staj çalışmaları bize göre çok geç yapılıyor. Yani öğrenci erken yaş­ta bir şekilde işin içine girmesi lazım ki öğretim hayatında ne öğrenmesi gerektiğini bilsin, eğitimini ona göre tamamlasın. Eğer staj prog­ramlarını ikiye bölersek daha verimli sonuçlar alınabileceğini düşünüyoruz. Mesela birinci yı­lın sonunda bir staj olur, bir de üçüncü veya dör­düncü yılın sonunda bir staj olur. Bu şekilde bir program yapabilirsek daha başarılı öğrencilerle karşılaşabiliriz.

Prof. Dr. A. Ercan Gegez: Son olarak  ener­ji maliyetleri konusunda bir çözüm öneriniz var mıdır?

Ahmet Çubuk: Geçtiğimiz dönemlerde OSB'ler fiyat anlamında en uygun enerjiyi kul­lanıyordu. Hem elektrik hem doğalgazda. An­cak son bir yılda EPDK'nın yaptığı tarife deği­şiklikleriyle şu anda en pahalı enerjiyi OSB'ler kullanmaya başladı. Bu da maliyetlerimizi cid­di oranda artırdığı gibi rekabet gücümüzü de çok olumsuz etkiledi. Biz bununla ilgili EPDK'ya gittik. Geçenlerde enerji bakanımız geldi, bura­da bir toplantıya katıldı. Orada da dile getirdik aynı konuyu. Bakanımız açıkça, "Bizim hede­fimiz halktır, biz halka ucuz enerji temin etme peşindeyiz" dedi. Yani aslında tüm Türkiye sat­hına yayılması gereken enerji maliyetleri sana­yicinin üzerine yükleniyor. Bir defa bunun de­ğiştirilmesi lazım. İkincisi, biz ülke olarak enerji kaynaklarımızın bir bölümünü kullanamıyoruz. Mesela güneş enerjisini ele aldığınızda, Türki­ye'deki ile Almanya'daki güneş saatleri arasında çok büyük fark var. Ama üretime  baktığınızda Almanya bizden  neredeyse 15 misli daha yük­sek güneş enerjisi üretiyor ve giderek de bunu geliştiriyor. Keza rüzgar enerjisi... Orada rüzgar enerjisi tarlaları var, bizde daha yeni kurulmaya başladı. Enerjide dışa bağımlı olmaktan kurtul­mamız gerekiyor artık.

Erhan Afacan: Enerji konusu burada bizim konuşmamızla halledilebilecek bir mesele de­ğil tabii. Bunun başlı başına bir devlet politikası olması gerekir. Ben işim gereği enerji sektörüyle ve özellikle sondaj firmalarıyla çalışıyorum. Son zamanlarda özellikle sondaj firmalarında petrol, doğalgaz ve jeotermal sondaj yapan firmalarda önemli oranda devlet desteğinin bittiği ve işle­rini yapamaz duruma geldiklerini gördüm. Bu arada doğalgaz çevrim santralleri de yavaş yavaş devre dışı kalıyor. Elektrik üretenlerin artık bu işin cazip olmadığı yönünde kanaatleri var. Dev­letin bu konuyu tüm boyutlarıyla ele alarak bir şekilde çözümlemesi gerekiyor.

Prof. Dr. A. Ercan Gegez: OSB'deki firmala­ rın insan kaynaklarının mevcut durumu ve ihtiyaç analizi... Bu başlık altında "şunu da söyle­mem gerekiyor" dediğiniz herhangi bir öneriniz var mı insan kaynaklan açısından?

Bülent Yazıcı: Meslek liselerine giden çocukların özendirilmesi gerekiyor. Önerim şu ola­bilir; erkek çocuklar için askerlikte bir teşvik öngörülebilir, onlar için askerlik süresi kısaltı­labilir. Bu bir çözüm olabilir çünkü öbür türlü kimse tercih etmiyor bu liseleri. Bu ülkede bir AVM kültürü var ve çocuklar oraya gidiyor. Me­sela ben plastikçi olduğum için biliyorum, geçen sene mezunlarının yüzde 3'ü plastikle ilgili iş­lerde çalışıyor, yüzde 97'si başka bir işte. Nere­de? Marmaris'te garsonluk ya da bir AVM'de tez­gahtarlık yapıyor. Bu çocukları meslek lisesine özendirecek sistemin kurulması gerekiyor.

Alican Yıldırım: Biz şimdi Sakarya 1. OSB'yi konuşuyoruz belki ama bütün OSB'lerde olan ortak olan bir sorun var. OSB'ler genellikle şehre 15-20 km, hatta 30 km uzaklıkta. Bu da çalışan­ların sosyal ihtiyaçları açısından bir dezavantaj oluşturuyor. Dolayısıyla OSB'lerin yanına insan kaynağına yönelik olarak sosyal tesisler, spor alanları, çocuklarının eğitimi için okullar vs. kurulması gerekiyor. OSB'ler planlanırken et­rafında burada çalışacak insanların barınma ve sosyal tesis gibi ihtiyaçlarının da aynı anda plan­lanıp birlikte yürütülmesi lazım ki, daha rahat personel bulunabilsin, buralar birer cazibe mer­kezi haline gelebilsin.

Mustafa Gültepe: Türkiye'nin genel anlam­da stratejik bir planlamaya ihtiyacı var. Bölge­sel olarak, istihdam olarak, okul olarak stratejik planlar ortaya konulması gerekiyor.  Özellik­le eğitim Türkiye'nin son 15-20 yılda en büyük sorunlarından bir tanesi haline geldi. Eğitimde eski sisteme dönülmesi gerektiğini düşünüyo­rum. Şu anda üniversite enflasyonu yaşanıyor Türkiye'de. Bir üniversite bu kadar basit olma­malı. Meslek lisesi öğrencisi olan çocukları ade­ta otomatik olarak üniversiteye gönderdiler ve sanayi bitti.

Enerji konusunda ise çözüm basit. Devlet indi­rim yapsın. Sanayi bölgesine yüzde 50 indirim­li versin. İki dakikalık bir şey. Bütün OSB'lere yüzde 40-50 indirimli versin. Sanayici diyorsun, elektriği pahalı satıyorsun. Yeşil kart kesinlikle kalkmalı. Yeşil kartı olan bir toplulukta birinin çalışma şansı yok, çalışamaz. Yeşil kart ihtiyacı olana, yaşlı olana, 70 yaşından yukarıda olanlara verilmeli. Bizim OSB olarak da en büyük sorun­larımızdan biri gerçekten sosyal alanlar... 10 bin kişinin çalıştığı bir yerde bir sosyal yaşam olma­sı lazım. Her şeyden önemlisi kreş. Bir diğeri de cami. Mutlaka lazım. İkincisi de AVM tarzı, öğle aralarında, akşamlan vakit geçirilebilecek sos­yal bir alışveriş merkezi.

Prof. Dr. A. Ercan Gegez: Sakarya OSB'nin ya­tırımcı açısından avantajları ve dezavantajları nelerdir?

Ahmet Çubuk: Bizim en büyük avantajları­mızdan biri, bir tarafımızda TEM otoyolu, bir ta­rafımızda D-650 karayolu. Yakın bir gelecekte bölgenin içinden raylı sistem de geçecek. Hem havalimanlarına çok yakın hem de deniz liman­larına çok yakın bir bölge burası. Lojistik bakı­mından çok stratejik bir noktadayız. Dolayısıyla hem Ankara'ya yakınlığı hem İstanbul'a hem Kocaeli'ye yakınlığı bakımından sanayicilerin tercih ettiği bir noktadayız. Bir diğer avantajımız da biz bölge olarak tüm altyapımızı tamamla­dık. Yatırım yapacak yeni genişleme alanındaki sanayiciler için hiçbir altyapı sorunu yok. Geniş­ leme alanındaki inşaatlarımız başladı. Mevcut alanımızda da zaten herhangi bir altyapı soru­numuz yok. Kendi içimizde bir meslek lisemiz var, ikincisini kurmak üzere planlama yaptık, sosyal tesislerimiz var. Her üyemiz bu tesisle­ri kullanabilir. Kreş planladık, haziran ayındaki genel kuruldan sonra devreye alacağız.

Bir yatırımcımız ile bir meslek lisesi yaptır­ması, hatta üniversite de olabilir diye görüşme­ler yapmaya başladık. Üniversitenin kurulması zor biliyorsunuz, YÖK'ten izin alınması gereki­yor. Dolayısıyla içinde AVM'den, dini tesislerin­den, okulundan, kreşinden tutun da bir yaşam merkezi haline hızla gelen bir bölgeyiz. Yasal düzenlemelere çok önem veren bir bölgeyiz. Ye­şil alanlan asla yok ettirmiyoruz, sanayicileri­mizle bu konuda epey tartışsak da bu konuda ta­viz vermiyoruz. Çevre ödülü almış bir OSB'yiz.

Fikri Keleş: OSB'lerin bana göre en büyük avantajı imajıdır, teşvik edilmelidir. İmajının haricindeki avantajı da ulaşım imkanı, altyapı­sı... Doğalgazı var, elektriği var, suyu ve yolu var. Türkiye'nin ihracata, istihdama, para kazanma­ya ihtiyacı var. Dolayısıyla devlet OSB'leri teş­vik etmeli ve buraya gelen şirketlere de ekstra­dan destekler vermeli. Örneğin, başkanımın da söylediği gibi enerji maliyetlerini OSB'deki şir­ketlere daha ucuz yapmalı. Düşünelim, 120 tane şirketten bahsediyoruz, çalışan hemen hemen 15-20 bin kişi diyoruz, ortalaması 150-160 kişi yapar şirket başına. Adapazan'nda benim bildi­ğim 11 bin şirket var. Eğer 11 bin şirkette l00'er kişi çalışsa 1 milyon kişi çalışıyor demektir. De­mek ki OSB'ye gelen şirketler istihdamı yüksek olan şirketler.

Bugün duyduklarımın hepsini bir araya getir­diğimizde görüyoruz ki, biz devletten şikayetçi­yiz. Gerçek ve reel durumda bu. Yani bizler ya­tırım yapmaya çalışıyoruz, üretime geçinceye kadar elimizde avucumuzda ne kadar para var­sa veriyoruz, üstüne bir de borçlanıyoruz. Yani yatırımcı bir yerde cezalandırılıyor gibi. Bir ör­nek vereyim; emekli öğretmene verilen yeşil pasaport sanayiciye verilmiyor? Neden sade­ce ihracat yapanlara veriliyor? İhracat yapmayan sanayici değil mi? Onlar gidip yurtdışında­ ki rakiplerini görmemeli mi? Bütün sanayicilere, yani cirosu şu kadar ve şu kadar insan çalıştı­ranların yurtdışına giderken vizeyle falan uğraş­maması gerekir.

Ben yüzde 100 ihracat yapan bir şirketin sa­hibiyim 10 milyon dolara yakın ihracat yapıyo­rum, rekabetin ne olduğunu görüyorum. Bos­ch geldi bizimle ortak çalışmaya başladı ama adamlar beş kere seminere çağırdı bizi; "Siz bize yan sanayi olabilir misiniz?" diye puan vermek için. Yani sisteminiz uygun mu? İmalatınız uy­gun mu? Maddi durumunuz uygun mu? Makine parkınız uygun mu? Konumunuz uygun mu? Her isteyen yurtdışındaki devlere yan sanayi olamıyor. Bunların olabilmesi için devlet desteği lazım. Onun için OSB'ler teşvik edilmeli, OSB'ye gelenlere bazı ayrıcalıklar tanınmalı.

Teşvikleri tamamen yanlış buluyorum. Mev­cut durumdan daha iyi duruma gitmeyi amaç­layan, planlayan ve bu planlan bir komisyon tarafından onaylanan şirketlere teşvik verilmeli. Durduk yerde gidip KOBİ'lere destek... Niye des­tek KOBİ'lere? Ben de KOBİ'yim, hepimiz KO­Bİ'yiz ama ne için destek istiyor? Batmakta ola­nı kurtarmaya uğraşacağınıza çalışmakta olanı teşvik edip daha fazla üretmesini ya da daha fazla rekabetçi olmasını sağlamamız lazım. Biz Anadolu'da veya burada satacağımız ürünler­le değil, dünya pazarına satacağımız ürünlerle övünmeliyiz veya onu yapabilecek duruma gel­meliyiz. Rekabet gücümüzü artırmalıyız. Onun için de yeni yatırım gerekli. Benim bir sürü yan sanayim vardı birçoğu devreden çıktı yeni yatı­rım yapamadığı için. 16-17 senelik işleme mer­kezinde binde bilmem kaç hassasiyette bir par­ çayı işleyemezsiniz. 20 senelik ölçü tezgahıyla binde bilmem neyi ölçmeye çalışamazsınız. Ya­tırım yapmıyor, alamıyor veya giden teşviklerin hepsi işletme sermayesi olarak kullanılıyor. Teşvik, işletme sermayesi olarak değil, yatırım için yapılır. Ne kadar teşvik istiyorsan onun karşı­lığında şu kadar istihdam yaratmalısın veya şu kadar ihracatını artırmalısın şeklinde olmalı.

Ben mesela bakan olsam, biraz sert olacak ama OSB'de olamayan hiçbir şirkete teşvik ver­mem veya veririm ama şartlı veririm, "Sen şu süre içerisinde OSB'ye geleceksin, sağda solda devletin imkanlarını da boşuna harcamayacak­sın, OSB'de organize bir firma olarak organize üretim yapacaksın" diye onu yönlendiririm. Ben Almanya'da okudum, Avusturya'da 4 sene çalış­tım. 1972 yılında ilk defa organize sanayi keli­mesini duyduğumda şaşırdım, "sanayinin de or­ganizesi mi olurmuş" şeklinde. Gittik baktık ki, meğer şirketlerin bütün ihtiyaçlarının karşılan­dığı yere organize sanayi deniliyormuş. Her tür­lü altyapısı var, belediye otobüslerinin yarım sa­atte bir gittiği yer. Siz sanayiciyi bu yüklerden kurtaracaksınız ki, sanayici kar etsin. Ya da teş­vik eder, "Şu kadar ihracat yaparsan vergide şu kadar indirim alırsın" şeklinde. Biz tam gaz ver­gi ödüyoruz. İhracat yapmamızın ne avantajı var o zaman? Ben de kolaya kaçarım. Yani sanayi­ciyi kolaya değil, rekabete yönlendirmek, teşvik etmek lazım.

Orhan Yılgenci: Şimdi tabii bu kadar özellik saydıktan sonra OSB'nin pahalı olması doğal bir şey sayılabilir ama bu OSB'de yatırım yapmak pahalı. Bu gayet doğal bir şey dediğim yok ama bunu karşılamak da sadece bize kalıyor. Yani ce­binizden, stoktaki paranızdan ya da bankadan yapacaksınız bu işi. Banka faizlerini falan de­ğerlendirdiğinizde de maliyetleriniz daha da ar­tıyor. Bugün 120 ay vadeli ev satılıyor yüzde 0,8 faizle, biz sanayiye ihtiyacımız var diyoruz, üre­tim lazım diyoruz, işsizimiz var diyoruz, sanayi firmalarına ya da sanayi yatırımlarına, özellikle bina yatırımlarına bir destek bulamıyoruz. Ben olsam bugün TOKİ'ye fabrika yaptırırım. Bugün Sakarya gibi bir yerde 1000 metrekare kiralık yer arasanız bulamazsınız ama ev arayın yüz­lerce ev var. TOKİ gibi kuruluşların sanayicilere 120 ay ya da 200 ay vadeli fabrika yapmasını is­tiyorum. Makine almak bizim için kolay çünkü makine kendi kendini ödüyor. Ama ne zaman yeni bir yere ihtiyacım olsa en az iki sene o bi­nanın borcunu ödüyorum. Oysa 120 ay vadeli bir imkanım olsa işimi çok daha büyütebileceğimi düşünüyorum.

Alican Yıldırım: Bir gün bir vesileyle Ören Ba­yan İplik firmasının sahipleriyle sohbet ediyoruz, İstanbul'da 40 yıl ticaret yapmışlar. Her yıl karlarını ve zararlarını yazmışlar. Babadan oğu­la geçen bir şirket. 40 yılın sonunda fabrikanın arsasını satıyor, 40 yıllık kazancının iki katını kazanıyor. Yani sanayicilikten kazandığının iki katını arsadan kazanmış. Bu durumda sanayi­ci ne kadar yatırım yapabilir? Sanayicilerin maliyetleri yüksek, asıl problem bu. Ben tekstilci­yim. Birçok alanda makine yatırımı yapmamız gerekiyor ve her makinanın da düzenli çalış­ması lazım ki, o makinalara yaptığımız yatırı­mı geri döndürebilelim. Fakat ne yapıyorsunuz? Yüzde 50 kapasiteyle çalışan makinayı da fi­nanse ediyorsunuz, yüzde 100 kapasiteyle çalı­şanı da finanse ediyorsunuz. Hepsinin ortalama maliyetini aldığınızda maliyet yükseliyor. Dola­yısıyla bu teşviklerin, desteklerin doğru yapıl­ması gerekiyor. Genelde rantiye destekleniyor, tüccar destekleniyor Türkiye'de. KOSGEB des­tekleri var, en son KGF ile ilgili yapılan destekler var. İşini düzgün yapmayan, zora girmiş firma­lara destek veriliyor. Peki o zora giren firmalar ne yapıyor? Dönüyor, işini düzgün yapanların işini bozmaya başlıyor. Halbuki işini doğru ya­panların desteklenmesi lazım ki, daha kurum­sal, olumlu, ayaklan yere basan firmalar oluş­sun. İlle 50 bin tane şirket olması şart değil ki Türkiye'de. 30 bin tane olsun, istihdam ve gelir seviyesini daha çok yükseltsin.

Prof. Dr. A. Ercan Gegez: Konuyu başka bir yere getirdiniz. OSB'lerdeki firmalarda üretim verimliliği gibi bir başlık açsaydım neler söyler­diniz bu konuda?

İsak Satış: Üretim verimliliği tabii çok kritik bir konu. Yine dönüp dolaşıp, etkili proses yö­netimine geliyoruz aslında. Yani doğru bir pro­ses yönetimini, doğru bir makine  parkurunu ve pazarın ihtiyacı olan miktardaki kapasiteyi eğer doğru planlayabilirsek o zaman verimlili­ğe daha fazla ulaşma şansını buluruz. Türkiye'de benim görebildiğim kadarıyla yatırımlar yapı­lırken buna çok fazla dikkat edilmiyor. Yapıldı diyelim, pazarın gerçek ihtiyaçları ve koşullan çok fazla dikkate alınmıyor ve genelde yüksek kapasiteyle kuruluyor. Bu da çok ciddi bir ma­liyet. Yani sabit sermaye yatırımı, Türkiye'deki finansman imkanları düşünüldüğünde, öz ser­ mayenin de çok fazla birikimli olmadığını da düşündüğünüzde, hele hele şu anda finansmana erişimin çok ciddi maliyetli olduğunu düşündü­ğünüzde, yatırımı örseleyen bir yapı olarak kar­şımıza çıkıyor.

Verimliliğin elde edilmesindeki problemlere geldiğimizde de proses yönetimini aslında bil­ mediğimizi düşünüyorum ben. Tabii ki bir mik­tar mühendislikle alakalı olmakla birlikte yazı­lım burada hemen ön plana çıkıyor. Ben kendi işletmemizden bir örnek vermiş olayım; MRP ve ERP yazılımlarını yaklaşık 30 yıldan beri kul­lanan ve işletme içerisindeki tüm üretim hatla­rı arasındaki bağlantıyı online izleyebilen, hat­lar arasındaki stok birikmelerinin önüne geçen, malzeme kaynak planlamasını buna göre yapan bir işletmeyiz. Buna rağmen biz bile zorlanıyo­ruz. Pazarın koşullarını dikkate aldığımız za­man doğru maliyetlemeyle bunu yapmış olsa­nız bile yine de bir miktar mamullerde ve yarı mamullerde stok birikmesine rastlıyoruz. Ama proses yönetimini hiç yapmayan işletmeleri dü­şünürseniz, çok ciddi anlamda stoka yığılırlar. Bence bu konuda çok ciddi bir yazılım desteği almak lazım. İkincisi de proses yönetimini yü­rütebilecek birikimdeki insanlara da ihtiyacı­mız var. Türkiye'deki KOBİ'leri düşündüğümüz zaman, buradaki hazirunun dışında, kurum­sallaşmaya ve bilgi birikimine çok fazla yatırım yapmış durumda değil KOBİ'lerimiz. Kurumsal­laşma derken, içerisinde proses yönetiminin de olduğu, bilginin doğru kullanıldığı, buna yetkin olan insanların doğru konumlandırıldığı bir ya­pıdan bahsediyorum. Eğer bu mevcut MRP'leri, ERP'leri kullanabilecek kapasitedeki insanları doğru konumlandırmazsanız, bunlar da karşı­nıza yine bir maliyet kalemi olarak çıkıyor.

Fikri Keleş: OSB'lerdeki verimlilik diğer orga­nize olmamış sanayilere kıyasla çok daha yük­sek. Çünkü OSB'ye gelmeyi planlayan, düşünen ve gelenler muhakkak ki kurumsallaşmış fir­malar. Dolayısıyla kişi başı üretim, kişi başı ve­rimlilik diğer firmalara kıyasla çok daha yük­sek. Bunun ötesinde, 30 seneden beri yüzde 100 ihracata çalışan bir firma olarak, dünya ekono­misini, dünya sanayisini tanımak mecburiye­tinde kaldık. İşin içine para, kazanç, kaybetmek, yatırım ve rekabet mecburiyeti girince her şeyi çok daha yakinen yaşayarak öğrenmek zorunda kalıyorsunuz. Özellikle Türkiye gibi sermaye bi­rikimi olmayan ülkeler için tespitim şu: Yaptığı­mız yatırımları yüzde 100 kullanmamız lazım. Kapasite kullanımından bahsediyorum. Örne­ğin benim şirketim dört vardiya çalışır. Geçen gün bir yerde sanayici arkadaşlarla oturuyorum, ben dört vardiya deyince "O da nasıl oluyor?" dediler. Dört vardiya şöyle oluyor; biliyorsunuz haftada iki gün boştur, bu da dört haftada sekiz gün eder. Sekiz günü üç vardiyayla çarparsanız 24 vardiya yani 24 iş günü eder. Dolayısıyla biz resmi tatiller hariç sürekli çalışan bir şirketiz.

Şimdi makine yatırımını yapmışsınız, fabri­kanın yatırımını yapmışsınız, bütün paralarını­zı oralara gömmüşsünüz diyelim... Makina gece sabaha kadar niye boşuna yatsın? İkincisi, tek­noloji o kadar hızlı ilerliyor ki, aldığınız makine 6-7 sene sonra eski makinaya dönüşüyor. Benim Türkiye'de 17 tane üreticim var, bakıyorum ma­kinalarının ortalamaları 12-13 yıl. Eskimiş tek­noloji. Şu anda o makinelerle rekabet yapmanız mümkün değil. Bir yatay işleme merkezi bugün 3 milyon lira. 3 milyon liralık makinayı, bırakın siz bir vardiya yatırmayı bir saat bile yatırmanız günahtır. Hele ki böyle bir ülkede. O tezgahın al­dığınızdan itibaren hiç durmaması lazım. Du­rursa zarar yazar.

Zaten yurtdışındaki müşterimiz gelip, yerin­de "audit" dediğimiz olayı yapıyor. Sen kapasite kullanımını nasıl yapıyorsun? Maddi imkanları­nı nasıl sağlıyorsun? Borçlu musun, değil misin? Yarın beni yolda bırakır mısın bırakmaz mısın? Avrupalı devlerle çalışmanın tek yolu bu. Her şeyimizi inceliyor. Elemanlarınızı nasıl yetişti­riyorsunuz? Patronun gelecekle ilgili düşünce­leri ne? Arkanızdan gelen idarecileriniz var mı? Nerede yetişmiş, ne okumuş? Tüm bunları bili­yorlar. Bu audit'leri geçtikten sonra ancak ihra­cat yapabiliyorsunuz. Ama başladığınız zaman da benim yaptığım gibi 30 yıl o işi sürdürürsü­nüz. Bizde sipariş bir kere verilir, yıllarca de­vam eder. Bir eksik yaptığınız zaman da oradan bir heyet gelir, der ki, "Bak, bu eksikleri tamamla, tamamlayıncaya kadar yeni sipariş vermiyo­ruz". Gerçekten de eksiklerinizi düzeltinceye kadar bir daha yeni sipariş vermezler. Demek is­tediğim, OSB'lerde verimlilik daha fazla ama biz bu verimliliği çok daha fazla artırmalıyız. Yeni yatırımları da devlet çok iyi incelemeli, istihdam artıran, ihracat artıran ve verimlilik artıran firmaları teşvik etmeli.

Veya arkadaşların dediği gibi yeşil kart. Yeşil kart ne demek yahu? Yatan adama para mı ve­rilir? Açsa susuzsa bunun sosyal yardımla bakıl­ması gerekir. Kanunlarımızda, anayasamızda var bunlar. Köyde adam 500 liraya zaten geçi­niyor niye gelsin sanayiyle uğraşsın? Gerçekten hasta, mağdur insanlara dünyanın her yerinde bakılır, o ayrı.

Bülent Yazıcı: Ben başka bir noktadan bu ko­nuya bakmak istiyorum. Kısmen değindik; diji­talleşme, proses verimliliği diyoruz, üretim ve­rimliliği diyoruz. Aslında bizi ne bekliyor? Ben aldığım bir takım kısa notları sizlerle paylaşmak istiyorum. Mevcut üretim sistemleri diyoruz ki, endüstri 2.5-3 her neyse. Bize gelen bir şey var. Yani ülkenin rekabet gücünü derinden etkileye­cek bir konu var ve biz buna ne kadar hazırız? Şimdi bazı başlıkları okuyayım. Teknoloji ne­reye gidiyor? Hepimiz birtakım işler yapıyoruz: Elektrik, işleme, ilaç, tekstil vs...

Pr of. Dr. A. Ercan Gegez: Bülent Bey konuş­ manızı bir de Ar-Ge'yle bağlar mısınız? Bu konularla beraber Ar-Ge tarafını da açmış olalım.

Bülent Yazıcı: Tabii. Şimdi bulut bilişim di­yor adam. Bilgi teknolojisi diyor, yapay zeka, büyük veri, İnternet, nesnelerin interneti diyor. Giyilebilir teknoloji, dijitalleşme. Ki tüm bunla­rın mevcut üretim sistemlerinde yüzde 45 yıkı­cı bir etki göstereceği söyleniyor. Akıllı robotlar, otomatik araçlar, "mobility", 3D baskı diye bir şey var. Siber güvenlik diyor. 2018'de endüstri­de kullanılan robot sayısı 3 milyar. Deniliyor ki, endüstriyel robotun etkisi 0,6 trilyon dolardan 1,2 trilyon dolara çıkacak. Sonra diyor ki, nes­nelerin interneti pazarı, mesela e-ticaretler fa­lan internet ortamında 656 milyar dolardan 1,7 trilyon dolara yükselecek. Bunlara baktığımızda birbirine bağlı cihazları görüyoruz. Mesela TES­LA diye bir şey çıktı, adam Hong Kong'daki ara­cı bir tuşla durdurabiliyor. Ona bakıyoruz, pazarı 13 milyardan 29 milyara çıkacak. Bizi bekleyen böyle bir gelecek varken, bu dijital dönüşümü biz nasıl yapacağız? Yalın üretim tekniklerini ne kadar biliyor ve uyguluyoruz? Çünkü hemen he­men her sektörde aynı şeyler. Önerim şu: Sana­yi Bakanlığı'nın teknoloji transfer ofisi gibi bir­ takım uygulamaları var. Belki OSB bünyesinde de firmalara liderlik edecek böyle bir uygulama başlatılabilir. Çünkü görüntü şu; ülkenin reka­bet edebilirliği 10-20 sene sonra neredeyse yer­le yeksan olacak.

Ar-Ge tarafına girmeden önce ülkeyle  ilgi li bazı istatistikleri ortaya koymak lazım. Çün­kü Ar-Ge süreçleri sonucunda fikri ve sınai mülkiyet hakları gündeme geliyor. Yani "benim buluşumu çalarlar mı" meselesi. 2005 - 2014 döneminde 29 ülke arasında dünya değer­ler araştırması yapılmış ve Türkiye'de insanların birbirine güvensizliği yüzde 92 çıkmış . Şimdi gelin de böyle bir yerde Ar-Ge yapın! 2016 yılı­nın başında Türkiye'de bir araştırma yapılıyor, deniliyor ki "Hukuka güveniniz ne?". Ülke hal­kının yüzde 75'i hukuka güvenmiyor. Hukuk yoksa üstüne de güvensizlik varsa zaten biz bir­ çok şeyi daha kafadan kaybetmiş durumdayız. Devam edelim. Ar-Ge liyakati gerektirir ve dev­letin temel problemi liyakat. İnanın siyasetten bağımsız konuşuyorum. Ama bir hayvanat bah­çesinde biletçi olan adam ülkenin Ar-Ge'sini yö­neten kurumun başına geldi.

Bu ülkede 26 milyon hektar ekilmeyen, tarı­ma uygun toprak var, biz düşmüşüz domatesin biberin peşine. Bu arada dünyadaki en çok ziraat mühendisi de bu ülkede. Nanoteknolojiye bakı­yoruz; dünyadaki araştırmaların yüzde 44'ü İs­rail, yüzde ll'i ABD, yüzde 4'ü Güney Kore. Biz­ de belli değil, 0,8 gibi bir yerde duruyor. Buğday, soya, yağlı tohuma son 5 yılda 54 milyar dolar para vermişiz. Üniversitelerden bahsediyoruz, 2015'te İngiltere merkezli Times Higher Educa­tion diye bir kurum Asya'nın en iyi 20 üniver­sitesini araştırıyor. Bizden bir tek ODTÜ giriyor, 12'nci sıradan. Ama biz yıllarca "ODTÜ'nün gö­lünü mü alsak", "toprağı da çok değerli", "orada mescit var mı" gibi sorunlarla uğraştık. Nerede kaldı bilimsel araştırmaları, öğrencileri teşvik?

Bir başka ülkeye bakalım, Güney Kore'ye... 1952'de gittik, adamlar için savaştık. Ama Ko­reliler sadece 2013'te Türkiye'nin 50 yılda aldığı patent sayısının tam 16 katı patent almış. Ayrıca, Samsung gibi LG gibi bir sürü markaları var. Biz­ de marka var mı, yok. Hollanda'ya bakalım. Nü­fusu 17 milyon, bizim nüfus 80 milyon. Adamla­rın tarım ihracatı 100 milyar dolar, bizim tarım ihracatı 20 milyar dolar. Adamların yüzölçümü 41.543 kilometrekare, bizimki 780.000 kilomet­rekare. Beş katı bir farktan bahsediyoruz. Top­lam ihracatı 460 milyar dolar, biz 142 milyar do­lar ihracat yapmışız. Bu 2016 rakamı.

Markalara bakıyorum, çok ilginç rakamlar var. UBER'in bir tane taksisi yok, şirket değeri 63,5 milyar dolar. Türkiye'nin turistler için ya­tak sayısı toplam 1 milyon 164 bin 283. Booking.com denilen kurum ise hiçbir şeyi yokken gün­ de 1 milyon 200 bin yatak satıyor, yüzde 20 ko­misyonla. Airbnb diye bir ev kiralama sitesi var, şirket değeri 30 milyar dolar. Linkedln 26,2 mil­yar dolar. WhatsApp 19 milyar dolar. "Star Wars" (Yıldızlar Savaşı) filmlerinin sonuncusu 11 mil­yar dolar gişe yapmış.

Ar-Ge diyoruz ama Ar-Ge aslında şöyle bir şey; parayla bilgiyi buluyorsun. İnovasyon ise tam tersi, bilgiyle parayı kazanıyorsun. Ar-Ge de ar­tık öldü bence. İnovatif bir şeyler koymak lazım ortaya. İnovasyon olmadı mı olmuyor. Estonya bile ilkokullara yazılım dersi koyuyor. Biz ne ya­pıyoruz? Fen lisesinde din dersi iki saat mi olsun üç saat mi olsun? Yanlış anlamayın, geçen sene hacca gitmiş bir adam olarak bunları konuşuyo­rum. Yahu arkadaş senin peygamberin, "Mah­şerde alimlerin mürekkebiyle şehitlerin kanı tartılacak, alimlerin mürekkebi ağır gelecek" di­yor. Senin demek ki inançlarında bir problem yok, sende var problem. Bu Estonya inovasyon­da dünyada ikinci sırada biliyor musunuz? Bi­ zim ülkemiz ise 43.

Sözümü bitirirken, bu da enteresan bir istatis­tik, 1980'de nüfus sayımına göre ülkedeki insan sayısı 45 milyon. Sığır sayısı 83 milyon. 2017'de insan olmuş 80 milyon, sığır olmuş 50 milyon. Realite bu. Böyle olmaz ki. Yazıktır, günahtır.

Mehmet Mesut Nurdoğan: Ben kısaca verim­lilikten başlamak istiyorum. Verimliliğin ilk önce insan kaynağından başlaması lazım. Biz insan kaynağını düzeltemediğimiz sürece zaten verimliliği belli bir seviyenin üzerine çıkarta­mayacağız. Mavi yakanın verimliliği bence yüz­de 80 seviyesindeyken üniversite mezunlarına doğru gittikçe bu oran yüzde 40'lara, belki 40'ın da altına düşüyor. Dolayısıyla, eğitim arttıkça verimliliğin düştüğü bir sistemimiz var.

Üretimde dört vardiya konusunu konuştuk. Bizim şirketimizde yaklaşık 3 binin üzerinde kalıp çalışır. Birçok prosesi kendi içimizde yapı­ yoruz ve bazı bölümlerimiz bir vardiya çalışıyor. Verimlilikleri üzerinde uzun uzun düşündüğü­müz ve acaba dışarıdan mı tedarik etsek dediği­miz bölümler bunlar. Ama maalesef Sakarya'nın şartlarından dolayı yapamıyoruz. Sakarya'da kalıpta kaynak yapabilecek makine bir tek biz­ de var. Ama biz bu makinayı günde ancak 3-5 saat kullanabiliyoruz. Bu makinayı almak zo­runda kaldık, çünkü kalıpları İstanbul'a gön­ dermek zorunda kalıyorduk. O süreçte maki­ ne duruyor, üretim duruyor... Kaplama deseniz, gümüş kaplama yapan kimse yok. Ne yapacak­sınız? Ürettiğiniz her parçayı tek tek İstanbul'a taşıyıp oradan buraya mı getireceksiniz? Mec­buren bunu kendi yatırımınıza dönüştürüyorsu­nuz. Fakat adetleriniz, üretiminiz dört vardiya­yı kurtarmıyor. Dolayısıyla verimlilik artması ve organize sanayilerin faydasını artırmak için ih­tisaslaşma çok önemlidir.

Ar-Ge'ye geçecek olursak. Ar-Ge'nin tanımı­nı bence iyi yapmak gerekiyor. Ar-Ge merkezleri kuruldu, biz de Sakarya'daki o Ar-Ge merkez­lerinden bir tanesiyiz. Fakat programlarda veya bilgisayarda çizim yapan herkes "Ben Ar-Ge ya­pıyorum" demeye başladı. Yani bir proje, bir şey çizmiş, bir tasarım yapmış "Ar-Ge yapıyorum" diyor. Bu Ar-Ge'yse bilmiyorum biz başka bir şey yapıyoruz. Ar-Ge'nin o kadar kolay olmaması la­zım . O yüzden bunun tanımını iyi yapmak ve teşvikleri de buna göre vermek lazım. Ar-Ge'de bence en önemli teşvikler kalıp yatırımları için olmalı bana göre. Çünkü gerçekten şu anda tek­noloji buralarda. Bir şeyi tasarlamaktan daha önemli olan konu, onu seri üretime dökebil­mek ve bunu maliyetlerinizi belli bir seviyenin üzerine çıkarmadan yapabilmek...  Dolayısıy­la kalıphanelerin, kalıpların ayrı bir çerçeve­ de değerlendirilip, teşviklerin de buna göre tek­ rar düzenlenmesi gerekiyor. Oysa şu anda hiçbir teşvik kalıp yatırımlarım kapsamıyor. "Bu yatı­rım seri üretime yönelik bir yatırımsa Ar-Ge ya­ tırımı değil, senin seri üretim yatırımındır" de­yip, kapsam dışı bırakıyorlar.

Ar-Ge'yle alakalı son bir konu da inovasyon içeren, katma değeri yüksek ve fiyatları mali­ yetlerine göre oldukça yüksek olan projelerde Türk firmalarının yer alamıyor olması... Devlet bu tür projelerin satın almalarını daha çok yurt­ dışından yapıyor. Neden? Çünkü genelde biz hazır bir sistem alma yoluna gidiyoruz. Mese­la Siemens'in almış olduğu 35 milyar dolar değerindeki demiryolu sinyalizasyon projesi... Biz bunu Türkiye'de yapamaz mıydık? "Projeyi üç­ dört şirkete böldük, üç sene sonra sizden bu pro­jenin sonucunu bekliyoruz, fiyatı da bu olacak" dedik de olmadı mı? Asıl Ar-Ge teşviki böyle ol­maz mı? Yurtdışında tam da böyle yapıyorlar. Kapsamlı ve karmaşık projelerde 4-5 tane firma seçiliyor ve belli bir süre tanınıp, o proje için fir­malar Ar-Ge'ye yönlendiriliyor.

Kısacası, Ar-Ge bir firmanın tek başına karar verebileceği bir yatırım süreci değildir. Bu tama­men devlet politikalarıyla yönlendirilmesi gere­ken bir süreçtir. Biz istediğimiz kadar konuşalım her firma kendisini Ar-Ge yapacağım diye kas­sın, milyonlarca lira yatırım yapsın ama 3-5 sene sonrasını göremedikten sonra yaptığımız yatı­rımların hepsinin boşa gitme ihtimali var.

Haşim Yücel: Katıldığımız uluslararası fuar­lar da ve geziler de bakıyoruz, birçok ülke res­mi kurumlarıyla sektörlerine teknoloji alanında destek veriyorlar. Ülkemizde nedense teknolo­jik gelişmelerde ilk önce özel sektör var. Sonra devlet geliyor. Devlet böyle arkadan geldiği za­man ülkede güç kullanılacak ortak bir platform oluşmuyor. Özel sektör gelişmekte olan teknolo­jilerde temeli kendisi kazmak zorunda kalıyor. O zaman da kaynak israf ediliyor, başlayama­ dan enerji bitiyor. Oysa bu süreçlerin ortak platformlar üzerinde yürütülmesi gerekiyor. Tekno­ loji ihraç eden ülkelerde şirketler, devletin açtığı kanallarda kaynakları ortak kullanıyorlar. İleri teknolojilerde bir işe sıfırdan başlamak diye bir şey yok. Alt yapınız olmadığı zaman da sistemde yer almak istiyorsanız, bu bedeli ödemek zorun­ dasınız. Ama kaynakları ortak kullandığınız za­ man sadece geliştirme yapıyorsunuz üzerinde. Sonuçta şirketler de devlet de kazanıyor.

İsak Satış: Ar-Ge konusunda birkaç istatisti­ki veri paylaşmak istiyorum. 2017 sonu itibariy­le yapılan bir araştırmada Ar-Ge'ye en çok kay­nak ayıran ülke olarak ABD öne çıkıyor. Tam 462 milyar dolarlık kaynak ayırmışlar. Türki­ ye'ye baktığınız zamansa sadece 15 milyar do­lar. Arada devasa bir kaynak farklılığı var ama sadece bu değil tabii ki. Ülkenin kaynaklarım doğru yönlendirmek açısından bu rakam belki kendi içerisinde makul görünebilir. Ancak Ar­-Ge harcamalarının GSMH'ye oranına baktığı­mızda da ABD, Çin, Japonya, Almanya ve Kore gibi ülkelerde bu oranın yüzde 3-4 arasında de­ğiştiğini görüyoruz. Yani onlar ülke olarak top­lam kazançlarının yüzde 3-4'ünü Ar-Ge'ye ayı­ rırken, ülkemizde bu oran sadece binde 9. Yüzde 1 diye yuvarlayalım. Orada da bayağı bir eksiğiz. Üçüncü kritere bakıyorsunuz, bu biraz üniversiteleri de ilgilendiriyor aynı zamanda. Bin çalışan başına araştırmacı sayısı yine Ar-Ge konusunda önlerde olan ülkelerde 8-10 kişi, Kore'de 13,7-14 gibi bir sayıyken, bizde 3,6. Yani Ar-Ge'ye yatı­rım yapan insan kaynakları alanında da çok ek­siğiz. Bence bunların üzerinde düşünmek lazım. Oransal olarak en azından. Kaynağı çok fazla ar­tıramayabiliriz, 15 milyar dolar biraz daha zorla­ sanız belki 25 milyar dolar olabilir ama çok daha fazla sayıda Ar-Ge konusunda yetkin insan ye­tiştirmeye imkan vermeliyiz.

Prof. Dr. A. Ercan Gegez: OSB'lerdeki firma­ların ihracat pazarlarındaki durumu gündemi­mizdeki önemli konulardan bir tanesi. Alterna­tif olarak öne çıkan pazarlar nelerdir ve ihracatı artırmak için neler yapmak gerekir?

Eren Açıldı: Biz yüzde 50-100 ihracat yapan bir firmayız. Yaklaşık 2002 yılından beri yurt­ dışında anahtar teslim nişasta ve nişasta bazlı tatlandırıcı tesisleri kuruyoruz. Ana pazar ola­rak Rusya ve CIS ülkelerle başladık bu sektör­de çalışmaya. Ancak Rusya ile yaşanan olumsuz süreç sonrasında bu pazarda sorunlar yaşama­ya başladık. Daha sonrasında satış ve pazarlama departmanımız rotamızı Afrika kıtasında yer alan ülkelere çevirdi. Ancak bu bölgelerde de ge­rek gümrük gerekse de finans konularında Türk ürünlerine karşı bir önyargı bulunmakta. Ge­rek Avrupa'dan gerekse Rusya veya Afrika kıtası üzerinden ülkemize iş görüşmesi için davet etti­ğimiz farklı ülkelerden misafirlerimizin bazı çe­kinceleri olduğunu görüyoruz açıkçası. Bizimle iş görüşmelerini daha çok Avrupa'da, Almanya gibi Fransa gibi ülkelerde yapmayı tercih ediyor­lar. Bu bizler için gerçekten çok üzücü.

Teşvikler ile ilgili de birkaç konuya değinmek istiyorum. Ekonomi Bakanlığı'nın ihracatçılar için özel teşvikleri var. Fakat bu teşvik sürecini tamamlamak için istenen evraklar şirketler için gerçekten büyük bir yük. Şirketlerin bu süreci yönetebilmeleri için ayn bir departman oluştur­ maları ya da dışarıdan bir danışman firma kul­ lanmaları gerekmekte. Bu süreç sadeleştirilerek, işi biraz daha dokümantasyondan uzaklaştıra­rak, güven esasına uygun götürmemiz gerekti­ğini düşünüyorum.

Fikri Keleş: Ben de yüzde 100 ihracat ya­pan bir şirketin sahibiyim ve bunu 30 seneden beri yapıyoruz. Daha çok da Almanya, Avustur­ya Çek Cumhuriyeti ile çalışıyoruz. Onların bi­ zimle iş yaparken "ülkenizde yarın neler olabi­lir" gibi bir çekinceleri olduğunu görüyorum, bu tür sorularla karşılaşıyorum. Ben de diyorum ki, "Savaş varken bile ülkeler ticaret yapar. Ne olacak ki, yarında hiçbir tehlike görmüyorum". Ne kadar inanıyorlar bilmiyorum ama iş birliğimiz gayet güzel gittiğine göre inanıyorlardır. Mesela şimdi Bosch geliyor, bizimle çok büyük bir pro­jenin peşindeler. Ben ayak sürüyorum biraz, bu yaştan sonra o kadar büyük şeyle uğraşmayayım diye... Onların da gelecekle ilgili tereddütlerini hissediyoruz. Şunu nasıl, hangi kaynakla, ne za­man gibi... Alt tedarikçilerimize kadar gelip, "au­dit" yapıyorlar. Senin alt tedarikçin döküm par­çayı sana aynı kalitede verebilir mi? İmkanları, tesisleri, yetişmiş elemanı var mı? Bunları ya­ parken böyle söylenmeyen tereddütleri hissedi­ yorsunuz. Sorularından anlıyorsunuz.

Dolayısıyla ülkenin geleceğiyle ilgili yeni dü­şünceler, yeni oluşumlar olması lazım. Alman­ya'nın, Rusya'nın, Çin'in ülke olarak bize güven­meleri lazım. Güvenin arkasında yatan unsur da "Ben sizin herhangi bir şirketinizle iş birliği ya­parsam yarın benim karşıma bilmem ne sıkın­tısı çıkar mı?". Adam parasını düşünüyor. Ne­den bize verilen krediler ağır şartlarda veriliyor? Çünkü tehlike var. "Verdiğim parayı geri ala­mam" diye yüksek tutuyor. Bu tür sıkıntılar var.

Bunlara devletin çözüm bulması lazım. Bunlar biz sanayicilerin işi değil ki. Biz derdimizi anla­tıyoruz. Bizi dinlemeden alınan her karar bana göre yanlıştır.

Mustafa Gültepe: Şimdi tabii her ok devlete çı­kıyor. Ama biz son 2-3 yıldır görevlerimiz icabı devlet kademelerine yakın olduk. Buradaki dev­ let kumlarından gidip gelen yetkililer var. Hat­ta geçen hafta Ticaret Bakanımız bizim yönetim kuruluna geldi, toplantı yaptık. Devlet kademe­ sinden, yani yukarıdan bakınca işler biraz daha farklı gözüküyor bu anlamda. Biz o toplantıda kendi sektörümüzle ilgili sorunları anlattık. Ta­bii biz herkesi kendimiz gibi biliyoruz. Aslında doğru düzgün iş yapan her firma kendisi gibi bi­liyor diğer firmaları. Oysa gerçek böyle değil. So­ runun temeli de bu. Sayın Bakan'ın da söylediği aynı şey. "Maalesef yaşın arasında kurunun da yanması gibi bir olay" diyor o da.

Geçen hafta bu sefer Sanayi Dairesi Başka­nı ile beraberdik. Yine sıkıntılarımızı anlattım, "Haklısın ama öyle üç kağıtçılar var ki. Yuka­rıdan bakınca, bu tür kararları almak çok zor. Adam fatura üzerinden teşvik alıyor. Çok dik­ katli hareket etmek zorundayız" dedi. Aslında bir Alman sistemi bir İngiliz sistemi olması la­zım bizde de. Tabii her şeyden önce de devletin iyi kötü ayrımını iyi yapıp, bizim gibi sanayicile­ re inanması lazım. Orada bir sorun var.

Üretim ve ihracat anlamında Türkiye son 6-7 yılda aslında patinaj çekiyor.  Parite  oyunlarıy­la beraber işte en son 168 milyar dolar. 170 mil­ yarı çok zorladık olmadı. Aynı zamanda TİM'de de başkan yardımcılığı görevim olduğu için ora­ yı da çok iyi biliyorum. Bakanlık baskı yaptı "170'e çıkarın" diye ama araba artık gaz yemiyor. Yine de gaza basıldı, 168'e öyle geldi. Şimdi yatı­rım yok. Yatırım yapılmayan bir noktada önem­li olan Almanya gibi üretimden satışların yukarı olması gerekiyor. Bizim OSB'de tahmin ediyo­rum yüzde 80 ihracat yapılıyor. İhracatın yüzde S0'si de AB. Bu bağlamda en önemli unsur ilişki. Ancak son 3-4 yılda, özellikle bu FETÖ olayın­ dan dolayı ilişkilerle ilgili çok problem yaşadık. Demek istediğim siyasal sorunlar bizi olumsuz etkileyen en büyük unsurlardan bir tanesi.

Teşvik meselesinde ise sürdürülebilirliğin sağlanması gerekiyor. 1-2 sene teşviklerle çalı­ şıp, üçüncü seneden sonra dezavantajlı duruma düşülmemesi lazım. Mesela bir teşvik çıkıyor, ben burada üretim yapmaya başlıyorum, derken başka bir teşvik çıkıyor, devam edemiyoruz. 6. Bölgenin avantajı, 4. Bölge, S. Bölge derken be­ nim yapacak bir şeyim yok ki... Şu anda burada­ ki binayı taşıma şansı yok. Binayı taşıdım diye­ lim, kalifiye eleman problemi ne olacak?

Türkiye çok fazla stabil olmadığı için ekono­mide yaşanan dalgalanmalar önümüzü görme­mizi zorlaştırıyor. Bu süreçte bir sektör beş sene para kazanıyor, diğer sektör kaybediyor. Sonra bu sektör aşağı düşüyor, öbür sektör yukarı çı­kıyor. Böyle bir aşağı bir yukarı dalgalarla be­raber nereye kadar gideceğimizi bilemediğimiz için, önümüzdeki yeni dönemle beraber bütün sektörlerin stratejik iş planlarının yapılıp ortaya konması gerekiyor. Sanayicinin Sakarya bölge­ sinde 5-10 sene sonra tekstilci, plastikçi, otomotivci ne durumda olacak bilmesi lazım.

Cem Gün: Sakarya hem çok avantajlı hem de dezavantajlı bir yer. Daha doğrusu merkezi hü­kümetten hak ettiği halde gerekli desteği alama­mış bir yer. Biliyorsunuz bizim ekonomik sıkın­ tıda olmamızın en temel sebebi cari açığımız. Yani Türkiye'nin ithalatının ihracattan çok daha fazla olması. Fakat Sakarya'da durum tam ter­si. Sakarya'da ihracatın ithalatı karşılama oranı yüzde 177. 2018'de baktığımızda yedinci sırada­yız. 5 milyar 630 milyon dolar ihracat yapmışız, buna karşılık 3 milyar 182 milyon dolar ithalat yapmışız. Dolayısıyla yüzde 177 bir bütçe fazlası vermişiz. Fakat çok önemli bir sorunumuz var: hakkımız yeniyor. Biliyorsunuz, özellikle büyükşehirlerdeki sosyal, kültürel ve altyapı ya­ tırımlarının yüzde 90'ı büyükşehir belediyeleri tarafından yapılır. Büyükşehirler de bu yatırım­lar için gereken kaynakları o şehirde topladıkla­rı vergiden aldıkları payla temin ediyor.

Muhasebat verilerine göre 2017 yılında Türki ­ ye'de şehirlerin vergi iade oranı yüzde 14. Koca­ eli yüzde 3. Erzurum yüzde 16, Muğla yüzde 18, Eskişehir 26, Sakarya'yı ne tahmin edersiniz? Yüzde 78.

Şöyle bir rakam daha vereceğim. Sakarya ilin­ de vergi iadesi 2017 yılında Nisan-Mayıs-Tem ­ muz aylarında yüzde 111 iken, kişi başına alınan hizmet yatırımı, Kocaeli'de 959 TL, Erzurum'da 602 lira, Muğla'da 445  lira,  Türkiye  ortalama­sı 537 lira. Sakarya'yı söylüyorum, 292 lira. Yani bütçe  fazlası  veriyoruz,  Türkiye   ekonomisi­ ne destek oluyoruz, siyasi olarak zaten her tür­lü desteği vermişiz... Fakat ne yazık ki hiçbir şey almayan, bir de dayak yiyen biziz.

Son olarak, kamu ve sanayi iş birliğine de de­ğinmek isterim. Sanayi odasına girdikten sonra çok güzel bir iki proje gördüm orada. Bunlardan biri "Pazar Elçiliği" projesiydi. Şu anda Sakarya Üniversitesi'nde okuyan 4 bin tane yabancı öğ­rencimiz var. Bunlar ağırlıklı olarak Afrika ve Balkan ülkelerinden gelmişler. Bu  öğrencile­ri firmalara yönlendiriyoruz, oralarda 6 ay staj gibi eğitim görüyorlar. Bu öğrenciler daha sonra memleketlerine döndükleri zaman o firmanın pazar elçileri oluyor. Serdivan'daki ASEM sanayi sitemizde faaliyet gösteren bir firma bile bu sa­ yede 165 bin euro ihracat yaptı.

Prof. Dr. A. Ercan Gegez: Bu kamu - sanayi iş birliğinden devam edelim.

Ahmet Çubuk: Ben de bu ilin KÜSİ temsilci­ lerinden biriyim. Mesela yarın sabah saat 9'da toplantı var. Gidiyoruz hocalar konuşuyor, ko­nuşuyor ama hiç iş birliği yapamadan dağılıyo­ruz. Tipik bir örnek veriyorum: Üniversiteyle or­ taklaşa bir protokol yaptık, genişleme alanına bir teknokent kuralım diye. Ama bizim kuraca­ğımız teknokent, üniversitedeki gibi büro şek­linde olmasın, bizzat Ar-Ge'ye yönelik atölyeler şeklinde olsun diye bir fikir beyan ettik. Netice­ de protokolü yaptık. Fakat tam genişleme aşa­ masına geldik, o zamanın rektörü, dedi ki bize, "Sizin paranız çok, biz orada yaptığımız binalara bir sürü para harcarız, o parayı siz verin". Şimdi böyle bir yaklaşımla maalesef üniversite - sana­yi iş birliği olmuyor.

Ayrıca kamuyla iş birliği yapmaya kalktığı­nızda işler bir türlü yürümüyor. Mesela biz böl­ge olarak devletten 1 lira bile almadık, o yüzden işlerimizi de çok hızlı yaptık. Eğer kamuyla yapmaya kalksaydık şu anda genişleme alanın­ da altyapıyı falan bitirememiştik. İşte oradan kı­ sım kısım ödenek gelecek, aylarca onay bekle­ yeceksin, hakediş yapacaksın... Orada çok ağır, hantal bir yapı söz konusu. Kamuyla özel sektö­rün iş birliği yapabilmesi için kamunun bu han­ tallıktan kurtulması, özel sektör gibi hızlı hare­ ket etmesi lazım.

Orhan Yılgenci: Bana göre şu anda bir kamu - sanayi iş birliği diye bir durum söz konusu de­ğil. Kamunun özel sektörden beklentisi daha çok. Aslında bunun tam tersi olması lazım. Ka­ munun sanayiin hizmetinde olması lazım. Bu­ gün ben kendi işimle ilgili baktığım zaman, üni­versite öğrencilerinin staj ihtiyaçlarını, öğrenme ihtiyaçlarını şu anda kendimden karşılıyorum. Maaşını veriyorum, her ne kadar ufak miktar­lar da olsa limitimi sonuna kadar kullanıyorum. Bana yarattıkları katma değer açısından baktı­ğımda ise onlar bana şu anda bir katma değer sağlamıyor. Ben bir vatandaş olarak, kendi kim­liğim olarak bunu bir görev addettiğim için bir vazife olarak algıladığım için bunu bu şekilde yapıyorum. Ama şu anda KOBİ bazında kamuy­la girişilen iş birliklerinde böyle bir ihtimal olduğunu görmüyorum. Zaten bence bunun bir iş birliği olması da doğru değil. Kamunun özel sek­ törü ateşleyen, güçlendiren, destek olan bir yapı­ da olması gerektiğini düşünüyorum.

Fikri Keleş: Gördüğüm kadarıyla KOBİ'ler, devletin vermesi gereken hizmetleri vermedi­ ğini iddia ediyor. Ben de aynı şekilde iddia edi­ yorum. Bilhassa yatırımlarda, teşviklerde bizim devletten beklentilerimizi veya alabilecekleri­ mizi çok iyi organize etmemiz ve planlamamız lazım. Acaba diyorum, başkan yardımcısı da bu­ radayken, ticaret sanayi odası hangi teşvikten nasıl faydalanabileceğimizi, KOBİ'lerin hepsine onların anlayabileceği bir lisanda anlatabilecek bir komisyon kurabilir mi?

Ben son 2-3 yıl içerisinde yatırım yaptım, hep­ sini kendimiz araştırıyoruz. Hangi yatırımdan hangi teşvikten nasıl faydalanırız tam bilmiyo­ruz ki, el yordamıyla gidiyoruz. Bir tane danış­ man tuttuk, ona diyoruz ki, "Şöyle bir yatırım yapacağız, ne tür teşvikler alabiliriz? Nereden alabiliriz"? Ticaret sanayi odası böyle bir komis­yon oluştursa, böyle bir iş birliği ortaya çıkartılamaz mı?

Prof. Dr. A. Ercan Gegez: Çok verimli bir top­lantı gerçekleştirdiğimizi düşünüyorum. Ev sa­ hibimiz Sakarya OSB yönetimine ve siz değerli sanayicilerimize teşekkür ediyorum.

SAKARYA 1. OSB'Yİ GELECEĞE TAŞIYACAK 10 PARAMETRE

  • Ülkemiz genelindeki işletmelerin en büyük sorunu stratejik planlama yapabilmekten çok uzakta olmaları... Geleceğe ilişkin finansal ve uluslararası rekabete uygun davranabilme bakımından yatırımların yönlendirilmesi ve de insan kaynaklarının buna uygun bir şekilde yapılandırılması gerekiyor. Burada da hem özel sektöre hem de devlete iş düşüyor.
  • Yetişmiş eleman sorunu ise daha da büyük boyut larda. Eğitim sisteminin kökten değiştirilmesi gerekiyor. Somut ihtiyaçlara yönelik meslek liseleri yurt genelinde yaygınlaştırılmalı. Üniversitele rde de öğrenci veya akademisyenlerin yapmış olduğu çalışmalar daha pratik hale dönüştürülebilir, projelerin sanayide uygulanabilir olmasına öncelik verilebilir.
  • İşsizlik Sigortası Fonu'na kendisi için ödeme yapılan çalışanlar belli bir süre maaş alabiliyor. Ama bu fon Türkiye'de doğru kullanılmıyor. İşsizlik Sigortası Fonu'nun daha işlevsel bir hale getirilmesi lazım.İnsanlar 1- 2 sene çalışıyor ondan sonra çıkıyor, fondan maaşını alıyor sonra 1-2 sene tekrar çalışıyor, tekrar çıkıyor. Bu sürdürülebilir bir uygulama değil.
  • Teşvik sistemi Türkiye'de yanlış uygulanıyor. Günümüzde teşvik uygulamaları, üretimi artırmak değil, tam tersi bir etki gösteriyor. Aldığı teşvikleri üretimde kullanan çok az. Bunun kesinlikle önlenmesi lazım.Bunu da yapacak olan merci devlettir. Devlet her şeyden önce lüzumsuz destekleri önleyecek, kişileri üretime sevk edecek, atıl duran kapasiteyi canlandıracak.
  • Enerji maliyetleri çok arttı. Acilen düşürülmesi gerekiyor. Son bir yıla kadar OSB'ler hem elektrik hem doğalgazda en uygun enerjiyi kullanıyordu.Ancak son bir yılda EPDK'nın yaptığı, tarife değişiklikleriyle şu anda en pahalı enerjiyi OSB'ler kullanmaya başladı. Devletin bir enerji politikası oluşturması ve iyi kullanamadığımız, güneş ve rüzgar gibi doğal kaynakları da verimli bir şekilde devreye sokması gerekiyor
  • Bütün OSB'lerde olan ortak olan bir sorun var. OSB'ler genellikle şehre 15 - 20 km, hatta 30 km uzaklıkta. Bu da çalışanların sosyal ihtiyaçları açısından bir dezavantaj oluşturuyor. OSB'lerde insan kaynağına yönelik olarak sosyal tesisler, spor alanları, çocuk larının eğitimi için okullar vs. kurulması gerekiyor. Bir OSB oluşturulurken bu unsurlarında planlanması lazım ki, OSB'ler birer cazibe merkezi haline gelebilsin.
  • Sanayici kamuyla iş birliği yapmaya kalktığında işler bir türlü yürümüyor. Kamudan kısım kısım ödenek gelecek, aylarca onay beklenecek, hakediş yapılacak... Çok ağır ve hantal bir yapı söz konusu. Kamuyla özel sek törün iş birliği yapabilmesi için kamunun bu hantallıktan kurtulması, özel sektör gibi hızlı hareket edebilmesi lazım. Sakarya OSB bu nedenle devletten 1 lira bile almadı, o yüzden de işlerini çok hızlı ilerletti.
  • Sanayici bir iş kurarken devlete başvurup, kapasite belgesi alıyor. Oysa kapasite belgesi verilirken kurulacak olan işin bu ülkede ne kadar uygulanabilir olduğuna bakılması lazım. O işin kapasitesi Türkiye'de dolu olsa bile bir tane daha şirket kurulmasına izin veriliyor. Zaten dolmuş olan piyasa üzerine iş yapamazsınız. Piyasa bunu yapamıyorsa ilgili kurumların bunu düzenlemesi lazım.
  • Günümüzde Sakarya'da 1000 metrekare kiralık yer aransa bulunamaz ama yüzlerce ev bulunabiliyor. Üstel ik de 120 ay vadeli. TOKİ'nin sanayicilere de en az 120 ay vadeli fabrika inşa etmesi, sanayiye çok önemli bir destek olur. Makine almak sanayici için nispeten kolay, çünkü kendi kendini ödüyor. Ama bina için katlanılan maliyetler çok ağır. TOKİ tüm kaynaklarını ev yapımına harcamak yerine bu konuyu da gündemine almalı.
SOSB TOPLANTISI PDF