Olağanüstü durumlar, olağanüstü kararlar (LafargeHolcim vakasının anlattıkları)

Lafarge, Holcim birleşmesini yönetmek üzere iki yıl önce göreve gelen ve 15 Temmuz 2017 de istifa edeceği açıklanan Eric Olsen uyum ihlali sebebiyle görevinden ayrılmak durumunda kalan CEO'lar zincirinin son halkası oldu; ancak onun hikayesi diğerlerinden çok farklı.
Birçok defa tartıştık, gelecekte de tartışmaya devam edeceğiz…
Bir şirket şartlar ne olursa olsun kanunlara ve iş etiği ilkelerine %100 uyumlu olabilir mi? Yoksa uyum dışı davranışı makul gösterebilecek istisnai, olağanüstü durumlar karşısında politika ve prosedürlerini esnetebilir mi?
Önce kendimize şu soruyu sormakla başlayalım:
“Çökmüş bir devletin topraklarındaki yatırım ve ticari çıkarlarınızı korumak ve dünyanın bugüne kadar karşılaştığı en ciddi terör örgütünün talepleri arasında sıkışıp kalmaktan daha zorlayıcı bir “olağanüstü durum” olabilir mi?”
Bu soruyu, durumu makulleştirmek değil içinde bulunulan risk ortamını iyi anlamak ve empati kurabilmek için soruyorum.
Lafarge, Holcim birleşmesini yönetmek üzere iki yıl önce göreve gelen ve 15 Temmuz 2017 de istifa edeceği açıklanan Eric Olsen uyum ihlali sebebiyle görevinden ayrılmak durumunda kalan CEOlar zincirinin son halkası oldu; ancak onun hikayesi diğerlerinden çok farklı.
Gelin bu vakayı, konuyla ilgili bilgimiz kısıtlı olduğundan, bir yargıya varmaktan kaçınarak inceleyip anlamaya gayret edelim.
Bir İsviçre-Fransa şirketi olan, dünya devi çimento şirketi LafargeHolcim, içlerinde DAEŞ’in de olduğu terörist grupları finanse etmek ve çalışanların hayatını riske atmak suçlaması ile karşı karşıya. Anlaşılan o ki, şirket, Suriye’deki birtakım aracılara terörist gruplar ve ambargo altındaki taraflarla iş yapabilmek ve bölgedeki fabrikasını açık tutabilmek için aracılık etmeleri için 2013 ve 2014 yıllarında ödemeler yapmış.
Bahsimize konu fabrika 2010 yılında çalışmaya başlamış ve yatırım maliyeti 680 milyon dolarmış. 2014 yılında gelindiğinde, bölgedeki politik durum ve güvenlik şartları şirketi üretimi durdurup fabrikayı terk etmek durumunda bırakmış.
Zor zamanda verilen zor bir kararın şirketi bugün getirdiği yere dikkat edelim…
LafargeHolcim hakkında süren iki dava var. Bunlardan biri, Fransa Maliye Bakanlığı tarafından açılmış. Diğeri ise Suriye Fabrikasında çalışan 11 kişi ve Sherpa isimli bir sivil toplum örgütleri tarafından açılmış olan ve şirketi, terörizmin finansmanı, savaş suçlarına ortaklık ve insanlığa karşı suç işlemekle itham eden bir toplu dava.
Davalar ve basının baskısında çıkan haberlerin ardından şirket bir iç soruşturma başlattı ve ilk raporunu 2 Mart 2017 günü yayımladı.
Raporda bulgu olarak, Suriye’de hızla kötüye giden politik durum dolayısıyla şirket personeli ile fabrikanın fiziki güvenliğine yönelik tehdidin arttığı ve içinde bulunulan durumun çok zorlayıcı olduğu; aracıların bölgeyi kontrolü altına alan birçok grup ile anlaşmalar yaparak fabrika güvenliği ve sevkiyatlar için güvenli geçiş için ödemeler yaptığı; buna mukabil bahse konu grupların hangileri olduğu ile ilgili kesin bir bilgiye ulaşılamadığı bilgilerine rastlıyoruz. Aynı raporda, “belli bir noktadan sonra” ortaya konabilecek yöntemlerin “kabul edilemez” olduğu ve sonuç olarak operasyonun durdurulduğu; her ne kadar şirketin etik koduna aykırı davranmış olsalar da Suriye fabrika yönetiminin tek önceliğinin güvenlik olduğu görüşleri yer alıyor.
“%98,7 hissesi LafargeHolcim’e ait olan Suriye fabrikası yöneticilerinin bu ödemeleri merkezin izni ve onayını almadan yaptıkları” ise rapordaki dikkat çekici bir diğer ifade. Bir sivil vatandaş olarak bu iddiayı inandırıcı bulmasak da hakkında davalar süren bir şirketin açıklamasının başka yönde olmasını beklemenin gerçekçi olmayacağını da kabul etmek lazım.
Raporun ardından atılan adımlarda şirketin risk yönetimi sistemini güçlendirmek üzere bir yapılanma başlattığını ve atacağı somut adımları kamuoyu ve hisse sahipleri ile paylaştığını görüyoruz.
Şirketin bu “zorlayıcı” iddialara karşılık verdiği mesaj çok açık:
“LafargeHolcim” için etik koda uyum bir yönetim kurulu iradesidir ve tüm icra fonksiyonlarının şirket etik ilkeleri ve uyum programına koşulsuz uyumunu sağlamak şirketin önceliğidir.
Bu vaka bizi iş dünyası, akademia ve sivil toplum örgütlerinin gündemini uzun zamandır meşgul eden bir başka konuyu hatırlamaya götürüyor: İnsan hakları ile global şirketlerin iş pratikleri arasındaki ilişki ve bu ilişkiye düzenleme getirecek, imzacı ülkelerin yerel hukuku üzerinde baskı oluşturtabilecek “OECD Ticari İşlemlerde Yabancı Kamu Görevlisine Rüşvetin Engellenmesi Sözleşmesi” benzeri bir uluslararası anlaşmanın eksikliği. Bu alanda Avrupa Komisyonu’nun Mayıs 2014’te yayımladığı bir bildiri olmakla birlikte bağlayıcılığı olmadığını da hatırlamamız gerek.
Gelin görün ki, Fransa’da, “Ana Şirketler ve müşterilerin, iş yaptıkları ülkelerde insan hakları ihlallerine karşı azami özen gösterme görevi kanunu tasarısı” üzerindeki çalışma 2013 yılında Bangladeş’te yaşanan ve binden fazla kişinin ölümü ile sonuçlanan Rana Plaza felaketinin ardından, 2015 yılında başlamıştı ve 21 Şubat 2017 tarihinde 924 sayı ile Fransız Parlamentosu’ndan geçti. Yasanın yürürlüğe girmesi için Anayasa Konseyi’nin onayı bekleniyor.
Her ne kadar birçok ülkede şirketlerin insan hakları ihlallerine ilişkin gönüllü düzenlemeler bulunsa da, Fransa bir ana şirketi tüm operasyonu ve tedarik zincirindeki ihlaller bakımından sorunlu tutacak bir ceza kanununu ortaya koyan ilk ülke. Belçika ve İspanya’da da benzer yasal düzenlemelerin getirilmesi ile ilgili tartışmalar sürüyor.
Yasa ve yaptırımlar, uygulamalarındaki sürat, tarafsızlık ve adalet ile test edilirler. Bir Fransız-İsviçre şirketi olan LafargeHolcim’in geçireceği hukuki süreç, bu yeni kanunun “iyi örnek” olabilmesi için bir şans gibi gözüküyor.
Açıkçası LafargeHolcim’in yerel veya global yönetim kurulunda olup 680 milyon dolarlık bir yatırımın geleceği ile çalışanların güvenliğini ilgilendiren gelişmeleri izlemek ve kararlar vermek zorunda olmak istemezdim onun için de ofisimin güvenli ve rahat ortamından şirketi yargılamak yerine süreci nasıl yönettiklerini gözlemlemek ve gelişimlerini takip etmeyi tercih etmeyi daha uygun buluyorum.
Terör risklerinin yönetimi, böyle bir baskı altında alınacak kararlarla ilgili senaryo ve simülasyonlar ise uyum yöneticilerinin gündeminin merkezine oturacak gibi gözüküyor. Zira tüm zorluklarına rağmen Ortadoğu ve Doğu Avrupa arasındaki bölge hala sosyal, kültürel, ticari ve politik potansiyeli bakımından tüm dünyanın odağında olmaya devam edecek.
Bu yazıda görüş ve yazılarından kaynak olarak faydalandığım Tom Fox, Paul Hodgson ve Neil Hodge’a teşekkür ederim.
Tayfun Zaman