Tarih gerçekten tekerrürden ibaretse ufukta yeni bir felaket gözüküyor olabilir

TAYFUN ZAMAN
Tarihin tekerrürden ibaret olduğu saptamasının ardındaki dayanağın ne olduğunu bilemiyoruz. Belki tarih doğası gereği tekerrür eder; belki bu bilgi kadim maya takviminin bir tespitidir.
Ben bu sözün en geçerli anlamının “Tarihten ders almayanlar aynı hataları tekrarlamaktan kaçınamaz” olduğuna inanıyorum.
Bu sabah, yazılarını takip ettiğim ve tanışma fırsatı bulduğum Kroll Uyum ve Risk Danışmanlığı şirketi yöneticisi Arturo del Kastillo’nun Enron hakkındaki bir yazısından yola çıkarak kendime tekrar soruyorum: Tarih gerçekten tekerrürden mi oluşur? Cevap evet ise küresel ekonomi devasa bir buzdağına doğru yol alıyor olabilir.
Bir çoğunuz hatırlayacaksınız, 2001 yılı birçok skandala sahne olmuştu; bunlardan en çarpıcısı, dünyanın en büyük danışmanlık ve denetim şirketi Arthur Andersen’i de içine çeken Enron krizi oldu.
Enron, Amerika’nın 63 milyar dolarlık en büyük 7. şirketi, 64 sayfalık etik kodunu yayımladıktan sadece bir buçuk yıl sonra 2 Aralık 2001 günü iflasını istedi ve tarihin en büyük suistimal davası başlamış oldu.
Enron davası, Amerikan ekonomisinde Reagan hükümeti ile başlayan deregülasyon döneminin de sonu ve regülasyon karşı dalgasının arkasındaki itici güç oldu. Sarbanes-Oxley Act (SOX) hayatımıza bu dönemde girdi.
Aynı dönem bizlere 1990’lı yıllara geri dönmek ve o dönemde hazırlanan raporlar ve ilkeleri hatırlattı. The Cadbury Report on Financial Aspects of Corporate Governance (1992), King Raporu (1994) ve OECD Kurumsal Yönetim İlkeleri (1999)’ni raflardan indirdik ve tüm bu rapor ve ilkelerde bizi uyaran ancak kulak asmadığımız her tür belayı 2001 Enron krizinde yaşadık.
Sonuç olarak Enron olayı kurumsal yönetimi tüm süreçleri ile yeniden gündemimize almamızı ce değerlendirmemizi sağladı. Bir diğer taraftan aynı kriz çok daha büyük bir krizin geleceğinin de habercisiydi. Yeterli regülasyonun olmadığı piyasalardaki şirketlerin raporlamada ne kadar “yaratıcı” olabilecekleri, para piyasalarının “yaratıcılığı” ile ilgili bir sinyal veriyordu ancak o sanal kazançlar o kadar yüksekti ki kimse yaklaşan buz dağını görmedi; gören birkaç uzmana ise aldırış etmedi.
Hala izlemediyseniz “Smartest Guys in the Room” , “Too big to fail”, “The Wizard of Lies” ve “Too Short” filmlerini seyretmenizi öneririm. 2001ve 2008 yıllarında yaşananları gördüğünüzde suni kaynaklarla yaratılan piyasaların iş dünyasını nasıl derinden sarsan krizlere sebep olduğuna tanık olacak ve belki de kendi sektör veya piyasanız ile bağlar kuracaksınız.
Gelin Enron’a geri dönelim ve neler yaşandığını hatırlayalım…
Dönemin CEOsu Jefferey Skilling şirketi karlı gösterecek bir muhasebe hesap yöntemini keşfetti: Mark to Market Valuation. Bu yöntemi kullanan şirket tüm varlıklarını her hesap döneminin sonunda yeniden değerliyordu. Böylece şirket mevcut varlıklarının gelecekte getireceği öngörülen gelirlerini de o yılın gelirleri arasında kaydedebiliyor, böylece şirketin karlılığı şişirilebiliyor ve hisse değeri olduğunun çok üzerine çıkartılabiliyordu. Arthur Andersen’in denetçilerinin gözü önünde oynanan bu oyunu ortaya çıkartan ise bir araştırmacı gazeteci oldu. Bethany McLean’ın Fortune dergisinde yazdığı “Is Enron Overpriced?” yazısından dokuz ay sonra kırk ülkedeki yirmi binin üzerinde Enron çalışanı artık işsizdi.
Defter kayıtlarındaki suistimalin de bir tür saadet zinciri olduğunu düşünüyorum. Var olmayan hayali karlar üzerine kurulmuş bir bina, kaynaklar tükenir tükenmez kâğıttan kale gibi yıkılıveriyor.
Peki, Enron vakası bizlere neyi öğretti?
Tüm dünyadan birçok örnekte, kuvvetli şirketlerin devlet tarafından da desteklendiğini, kanun yapıcı veya düzenleyici kurumların radarına takılmayacak kadar yüksekten uçabildiklerini gördük. Oysa yasalar karşısında imtiyaz sahibi olan şirketler eninde sonunda şişirdikleri, şişirmelerine göz yumulan gelirleri, suni güçlerini kaybediyorlar. Bu durumda, şirket batamayacak kadar büyükse kamulaştırılıyor ve bir verimsizlik kamburu haline geliyor veya büyük bir gümbürtüyle çöküp milyonları etkileyen bir enkaz ortaya çıkıyor. Bu durumun ortaya çıkmaması, sorumlu, hesap verebilir ve şeffaf şirketler kurmak ve bu şirketlerin yasalar karşısında eşit olduğu bir ekonomik düzen inşa etmek.
Bir şirket için itibar ve prestij veya tanınmışlığın aynı şey olmadığını, prestijli olmanın güvenilir olmak anlamına gelmeyebileceğini aklımızın bir köşesinde tutmamız gerek. Bir şirket çok kısa sürede normalin üstünde büyüyorsa emin olun gelecek için sinyal veriyordur. Bu büyüme ya adil olmayan bir rekabet üstünlüğünün eseridir ya da suni bir büyümedir. Suni büyüme ise ardındaki dinamikler ortadan kalktığında durmaz, tüm şirketi çökertir.
Aradan 16 sene geçtikten sonra neden hala ENRON? Diye sorabilirsiniz kendinize. Belki de dünyanın gördüğü en büyük mail kayıt suiistimalinin mimarı eski CEO Jefferey Skilling iki ay sonra topluma karşı tüm borçlarını ödemiş olarak yeniden aramıza katılacak ve muhtemelen yazdığı kitap ve film hakları ile birkaç on milyon doları daha cebe indirecek.
Bir olayı kendi dinamikleri ile değerlendiren yazılar yazıyoruz; okuyoruz. Bu yazıyı 2002 yılında yazmış olabilirdim. Hatta eminim 2002 yılında bu içerikli binlerce yazı yazılmıştır.
Ben ise bu yazıyı kendime bugün, “ENRON BİZE NE ÖĞRETTİ?” sorusunu sormak için yazdım.
Peki ne öğrenmişiz? 2008 küresel krizi, Lehman Brothers’in çöküşü, Bernie Maddoff ve ardından Allen Stanford’un toplam 60 milyar Dolarlık saadet zinciri, Wells Fargo, Vokswagen krizleri, Google cezası gösterdi ki öğrendiklerimiz öğrenebileceklerimizin yanında hala çok kısıtlı.